Türkiye'de TEKEL mücadelesi, aslında bu dönemde bile teorik birçok sorunu ortaya koymaktadır. İlk olarak Türkiye'de solun işçi mücadelesinin siyasal sorunlara cevap üretmekte göstermiş olduğu acizliktir. TEKEL işçilerinin mücadelesini işçi sınıfının tümüne yaymak için gerekli olan TEKEL işçilerine destek veren tüm kurumlarla ortak çalışmaktan itina ile kaçan sekter anlayıştan, 'Genel Grev Genel Direniş' sloganın cazibesinden çıkamayıp, işçi sınıfının çeşitli fabrikalarda ve şehirlerde kendi örgütlüklerinin kurulması ve buralarda birer kontrol merkezlerine dönmesini sağlayacak sloganlardan ve çalışmalardan uzak durulmasına kadar geniş bir yelpazede solun önünde bir sorunlar yığını durmaktadır. Politik çizgisini salt TEKEL işçilerinin atacağı daha radikal adımların üzerine kurulmuş iken, aslında sol; TEKEL işçilerinin daha da radikalleşmesinin en önemli şartının, işçi sınıfının diğer kollarının mücadeleye katılmasını sağlayarak mücadeleyi ortaklaştırmakla olduğunu fark etmemektir.
TEKEL işçilerinin yaratıcı inisiyatifi ve direnci, TEKEL mücadelesinin önündeki devlet, sendika bürokrasisi engellerini kısmî de olsa aşılmasının temelini oluşturmaktadır. Bu süreçte aslında sol, bir noktada siyasal çizgide eksik kalmıştır. Bu eksiklik bir rastlantı eseri değil, 1968’den bu yana Türkiye'de izlenen küçük burjuva, reformist çizgilerinin doğal sonucudur. Daha önceki senelerde de reformist TKP ve TİP ikilemi arasında geçmiştir. Kendisini işçi sınıfının yegâne partisi olma sıfatını kimseye bırakmayanların ülkesinde, işçi sınıfının mücadelesinde ortaya çıkması gereken siyasal önderlik, yerini işçi sınıfının mücadelesi karşısında şaşkın ve hazırlıksız kalmışlara bırakmıştır. Yani pratik olarak, işçi sınıfının önderliğini elde edebilecek bir Bolşevik parti Türkiye'de hali hazırda yoktur.
Program ve pratik diyalektiğinde yaşanılan bu eksiklik, TEKEL mücadelesinde ve işçi sınıfının önümüzdeki süreçlerdeki yeni mücadelelerinde daha hazırlıklı olmak için, mevcut sorunun adını koymakla başlamaktır. Bu da Türkiye'de devrimci bir partinin yokluğudur. Devrimci parti olmadığı gibi, teorik olarak bunun gereksinimini de reddeden kurumlar ve aydınlar vardır. İşçi sınıfı yok sayarak yerine muğlâk halk kavramını kullanan sol ( ÖDP, Halkevleri vs.) ya da işçi sınıfının devrimci bir sınıf olmadığını iddia eden yazarlar aslında bir bütünün parçasıdır. O yüzden Bolşevik partinin kurulma süreci, Bolşevik partiyi kuracak dinamik güçlerinin pratiklerinde ve teorilerinde bu güçlerden kendilerini ayrı noktalarda tutması gerekliliğidir. Türkiye'deki entelektüel tabaka içersinde Kemalizm ile ilgili tezlerinde haklı bir üne kavuşan Fikret Başkaya, Leninist parti modelini ve Leninizm’i bir tartışma konusu yaparak, aslında Bolşevik parti pratik ve teorik oluşturulma sürecinde, bu sürece açıkça tavır alan kesimde yer almaktadır. Omnis determinatio est negati (her tespit bir yansımadır), yani Leninizm’i ve parti modelini reddetmek, Türkiye'de bir işçi devrimini reddetmek ile aynı anlamına gelmektedir.
Bu yazının sahibi, Fikret Başkaya’nın Paradigmanın İflası kitabındaki tezlerini mest olarak okumuş, Kemalist devlete karşı almış olduğu tutarlı tavrına hayranlık duymuş biridir. Muhakkak ki buradaki eleştiriler, Fikret Başkaya’nın diğer doğrularını silmez, ama ortadaki tezlere verilmesi gerekilen cevap, biraz da Fikret Başkaya’nın sol içersinde yer tutuğu önemli yerden dolayıdır.
Köylülük
‘Devrimi Yeniden Düşünmek‘ adlı yazısında Fikret Başkaya ilk olarak şu tezi savunmaktadır.
Kavramlar anlamlarını yitirdikçe, çünkü kavramları yaratan ‘şeyler, sosyal olgular ve süreçler’ değişmekteydi. Konunun akışının dışına da çıkmak zorunda kalsak da Fikret Başkaya’nın izlediği yöntemi anlamak için onun köylülerle ilgili değerlendirmesine bakmamız zaruridir. Fikret Başkaya diyor ki: ’Şimdilerde çiftçi ve köylü kelimelerinin artık reel bir karşılığı olup-olmadığı tartışmalı... Köylü sadece köyde yaşadığı için köylü değildir, sahip olduğu üretim araçlarıyla kendisinin ve ailesinin ihtiyacı olan şeylerin çoğunu ürettiği ve genel bir çerçevede kendi kendine yettiği için köylüdür. Şimdilerde köylü ekseri tek bir ürün üretiyor ve onu satarak yaşamını sürdürüyor, dolayısıyla sadece emeğini satarak yaşayan işçinin durumuna yaklaşıyor. İşçi haftalık veya aylık ödenen ücretiyle ihtiyacı olan şeyleri satın alır. Oysa köylü ihtiyacı olan unu-ekmeği, sütü- yoğurdu, yağı-peyniri, yumurtayı, sebze ve meyveyi velhasıl yaşamak için ihtiyacı olan şeylerin büyük çoğunluğunu kendisi ve ailesi üretiyorsa köylüdür. Köylüler artık domatesi pazardan, ekmeği fırından, sütü, yumurtayı marketten satın alıyor... Sözleşmeli tarım denilenin devreye daha çok girmesiyle de çiftçi-köylünün artık kullandığı üretim araçlarının hukukî mülkiyetine sahip olmasının bir kıymet-i harbiyesi yok... Çokuluslu tarım tekelleri, kapitalist tarım işletmeleri, çiftçinin ne üreteceğine, ne zaman üreteceğine, nasıl üreteceğine, ne kadar üreteceğine, ürünü ne zaman teslim edeceğine, fiyatın ne olacağına, hangi gübrenin ve pestisitlerin-herbisitlerin ne kadar kullanılacağına, vb. karar veriyor. Böyle bir çiftçi olabilir mi? Aslında orada söz konusu olan çiftçi-köylü kelimeleriyle ifade edilenden çok, tuhaf bir 'modern serflik’ durumuna tekabül ediyor...’’
Fikret Başkaya haklı çıkmak için ekonomik kavramları alt-üst etmektedir. Hiçbir zaman köylüler yaşamak için gerekli olanların büyük bir çoğunluğunu kendileri üretmemiştir, üretebilmesinin de imkânı yoktur. Köylünün tarlarda ektiği ürün çeşidi birkaç çeşit ile sınırlıdır çoğu zaman (Buradaki anlatılan köylü Fikret Başkaya’nın anlatmaya çalıştığı toprak sahibi küçük veya orta halli köylüdür. Marabalar veya Toprak Ağalarının durumu ise gene farklıdır). Köylü bu üretim içerisinde çoğu zaman borçlanma yoluna gider ve ekinlerle beraber bu borcu öder ( Burada yine hangi toplumda Köylü sınıfından bahsediyoruz, belli değil, kapitalizmi, feodalizm mi, Asya tipi üretim mi?). Bir kavramla tüm zamana yayılmış bir açıklama getirir iken aslında, anti materyalist bir duruşu simgelemektedir. Köylü ürettiği ürünleri satar veya değiş tokuş yolu ile diğer gerekli olan ürünleri alır. Bunun yolu da çoğu zaman pazardır. Pazarlarda mallarını satmaktır. Fikret Başkaya sanki yeni bir şey keşfetmişçesine, kendi zannettiği geçmiş zamanı günümüzle yorumlayarak tuhaf bir sonuca varıyor. Otonom yaşayan köylüler önermesini, artık otonom olmayan köylülere bırakıyor. Köylülerin pazara olan bağımlıkları yeni değil, tefecilere, bankalara, ağalara, efendilere olan borçlanma da yeni değil. Köylülük çok tuhaf bir modern serflik durumuna yeni tekabül etmemektedir, bu durum eskiden beri çeşitli şartlar altında mevcuttur. Kıtlıkların ortaya çıktığı dönemlerde köylülük kendisini bile doyuramayanların kitleselliği olmuştur. Köylülük, refah dönemini ya da kıtlık dönemini toplumsal-ekonomik gelişmelere göre yaşamıştır. Bu dönemler onun niteliğini değiştirecek dönemler değildir.
Kavram ve kelimeler - demokrasi
Bir sonraki tez olarak kavramların ve kelimelerin manipülasyona açık olduğunu belirtmektedir.
Fikret Başkaya diyor ki ‘Mesela demokrasi kavramının bir içeriği olması gerekiyor. Genel bir çerçevede demokrasi insanların kendi kendilerini yönettiği [self- government / auto-gouvernement], kendi kaderlerini kendilerinin belirlediği bir durumu ifade ediyor. Dolayısıyla sosyal demokrasi demeye gerek yok zira demokrasi kavramı tanımı gereği zaten sosyali ve bireysel özgürlüğü içerir, içermesi gerekir. Şundan dolayı ki ekonomik planda özerk olmayan bireyin, politik planda özerk olması mümkün değildir. Ya da yan yana gelmeleri uygun olmayan kelimeler, kavramlar yan yana getirilerek oxymore' ye başvuruluyor. Bu amaçla ekseri bir kelimenin veya kavramın önüne bir niteleme sıfatı getirilerek, bilinç çarpıtması veya ideolojik manipülasyonla insanların ideolojik egemenliği, gönüllü köleliği içselleştirmeleri amaçlanıyor. Mesela XX. yüzyıl devrimci, sol, sosyalist, komünist örgütlerin temel işleyiş aracı olarak kabul ettikleri, üstelik 'evrensel bir ilke' mertebesine yükselttikleri demokratik merkeziyetçilik tam bir oxymorondur. Bu iki kelimenin yan yana getirilmesi uygun olmadığı için... Ya merkeziyetçi bir işleyiş geçerli olur ya da demokratik bir işleyiş geçerli olur ama hem o hem öteki olmaz.’
Fikret Başkaya belli ki kavramları ilk önce soyut bir şekilde ele almakta, buradan yola çıkarak bu soyut kavramı eleştirmektedir. Kendisi aslında ancak bu şekilde haklı çıkabilir. Demokrasi kavramının ideal ve sınıfsız bir toplumda ancak mümkün olan anlamını, günümüz içinde kullanmaktadır. Antik Yunan’daki demokrasi, kapitalizmdeki burjuva demokrasisi ve sosyalizmdeki işçi demokrasisi çok farklı sınıflar tarafından kurulmuştur ve onların sınıfsal içeriğine bağlıdır. Evet, bu demokrasiler hiyerarşiktir ve sınıfsız toplumun demokrasi anlayışından uzaktır, tek bir farkla sosyalist işçi demokrasisi söner. İşçi sınıfının ve devletinin sönmesi gerektiği gibi… Buradaki çelişki kavramlarının kullanılmasındaki çelişki değil, yaşadığımız kapitalizmin ve sosyalizmin sınıflı birer toplum olmalarından dolayıdır. Bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde kurduğu hâkimiyettir. Fikret Başkaya, kendi arı demokrasi anlayışının doğruluğunu ispatlamak için, bir sınıfsız toplumun gelmesini bekleyebilir, devrimcilerin görevi ise bu toplumun inşasıdır. manipülasyona her kavram uğrayabilir. Marksizm’in adını Bernstein ve Kautsky’ler manipüle ettiler ama bu ancak sınıfsal gelişim içerisinde, işçi sınıfı içinde işçi aristokrasisinin çıkması ve işçi sınıfının kendi burjuvazisine reformistler önderliğinde teslim olmasıyla bu tür manipülasyonlar daha güçlü hale gelmiştir. Kavramlar ve kelimeler toplumsal şartları anlatır, bunların anahtarlarıdır ama yanlış kapıdaki anahtarlar kapıyı açamaz. Yani uygun zaman ve aslında şartlar gereklidir.
Toplumsal şartları yok saymak aslında Fikret Başkaya’nın izlediği yöntem olmuş, gerçekliği ve toplumsal şartları yok sayarak en radikal sol tavrı alabilmektedir. İdealize edilmiş köylü tanımı, idealize edilmiş demokrasi tanımından sonra, sıra idealize edilmiş siyasete geldi. Çelişkilerin toplumsal kökenlerini görmeden sonuçlara varmak, sadece bizi yanlış sonuçlara götürecektir. Örneğin burjuva demokrasisinin geliştirmiş olduğu yönetim biçimlerinden hâkim olan biçim, parlamentodur (Faşizmde ya da savaş durumlarında fiilî olarak parlamento yok sayılabilmektedir). Bu konuda Fikret Başkaya şunları savunmaktadır: ‘...parlamenterizmi bir siyaset aracı olarak kullanma tercihi yaptığında, burjuva düzeninin bir parçası haline gelmesi kaçınılmazdı ve geldi... Burjuva parlamentarizmi ve seçim oyununa dâhil olmak demek, burjuva politikasını sol bir dil ve söylemle yeniden üretmek demekti. Başkalarının tasarladığı oyuna dâhil olmak, başkalarının oyununu oynamaktır. Sosyalist-komünist denilen partiler, örgüt modeli olarak burjuva örgütlerinin ve partilerinin işleyiş modelini kopya ettiklerinde, burjuvazi de partiye, örgüte nüfûz etmiş oluyordu.’ Sanki devrimcilerin önünde ya parlamentarizm ya da sınıfsız toplum seçeneği var da devrimciler ikincisini seçmeyip, burjuva ile parlamentarizm dansındadır gibi bir durum koymaya çalışmıştır burada Başkaya. Parlamentarizm kapitalist toplumun belirli bir aşamasında oluşan bir burjuva yönetim aracıdır. Ortaya çıkması, herkesin oy hakkına sahip olması, kadınların oy hakkı gibi hakların savunulması devrimcilerin önderlik ettiği ya da destekledikleri girişimlerdir. Milyonlarca işçinin parlamentoyu bir umut olarak gördüğü esnada, işçi konseylerin ortaya çıkmadığı bir dönemde, salt en doğru olabilmek için kendisini işçi sınıfından soyutlamasını somut olarak öneriyor.
Başkaya kendi duruşunu ‘Başkalarının tasarladığı oyuna dâhil olmak, başkalarının oyununu oynamaktır’ cümlesi ile açıklamaktadır.’ Bu durum şuna benziyor, ailesiyle ziyarete gittiğinde geri dönen devrimci bir kadın ile onun eşi erkeğin evlerinin soyulmuş olduklarını ve birikimlerinin hepsinin çalındığını fark ettiklerinde, onların karşısına çıkıp hayır polise şikâyete gitme, onlar kapitalizmin işçi sınıfı üzerindeki baskı araçlarıdır, demeye benzemektedir. Polise gidersen, onu, onun yaratan yasaları, kapitalizmin günahlarını kabul edersin demektir bu. İşçi sınıfı sırf parlamentoda değil, yasalarını da örneğin kabul eder. Kapitalizmin yasalarını kabul etme, çünkü başkasının oyunudur bu, demenin ne anlamı olur? Örneğin işçilerin hak mücadelesinde kazandığı yasalar, kapitalist sistemin yasalarıdır son kertede, ama aynı zamanda işçi sınıfının direnişin, gücünün, mücadelesinin, saldığı korkunun sonucudur. Bir hak kazanımdır.
Alternatifinin yaratılmadığı bir noktada, evi soyulan devrimci kadın ve erkek ne yapacaktır? Ya tüm birikimlerinin gitmesine göz yumacak, ya da zorunluluktan polise başvurmak zorunda kalacaktır, bu polise güvendiği anlamına gelmez, gidilmesi sonucunda belki birikimlerine kavuşma umudu olduğu içindir. İşçi milislerinin kontrol ettiği şehir veya bölgelerde tabiî ki bir devrimci seve seve işçi milislerine gider, ama bu alternatif ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkar, onu da düşünmek gerekir. Olmadığı zamanları ve şartları işçi sınıfına bunları dolaylıda olsa şart koşmanın ne anlamı olabilir ki? Parlamento’da devrimciler için bir zorunluluktur. Alternatifin toplumsal olarak ortaya henüz çıkmadığı bir şartlar diliminde, kitlelere seslenebilme, kapitalizmi bir teşhir kürsüsü olarak kullanabilme imkânını sağlar.
Fikret Başkaya bu konudaki yanılgılarını sürdürmeye devam etmektedir: ‘Sosyalist-komünist denilen partiler, örgüt modeli olarak burjuva örgütlerinin ve partilerinin işleyiş modelini kopya ettiklerinde, burjuvazi de partiye, örgüte nüfûz etmiş oluyordu.’ Burada gene bir hata var; mutlak ki sosyalist partiler ile kapitalist partiler arasında parti içi işleyiş konusunda fark vardır ve olmalıdır. Fikret Başkaya burada şunu atlamaktadır: Burjuva ve sosyalist partisi arasındaki fark salt işleyiş modeli değildir. Temsil ettikleri sınıftır. İşleyiş olarak klasik burjuva parti modellerini aşan yeşiller parti modeli olarak çok değişik şeyler sunmalarına rağmen, Almanya’da savaş suçlusu bir partiye dönüştüler. Bire bir bakıldığında bu partideki işleyişin hiç de kopya olmadığını görebiliriz. Ama onu diğer burjuva partileri ile aynılaştıran veya farksızlaştıran ana etken temsil ettiği küçük burjuva sınıf ve onun politik programıdır. Eğer mevcut şartlarda, devrimci olduğunu iddia eden birçok örgüt burjuva partileri ile aynılaşmışlarsa bunların nedeni işleyiş modeli kesinlikle değildir. Örneğin birçok burjuva tarihçisi tarafından iddia edilen, Hitler faşizmi ile Stalin Rusyası’nı ( Stalin’in Rus ve Enternasyonal devrimci harekete olan suçları başka bir yazının konusu) bir tutma anlayışı doğru bir anlayış değildir. Burada ortak kullanılan yöntemlerin olduğundan varılan bu sonuçta, belirleyici olanın, birisi kapitalist, emperyalist, faşist bir ülke iken, diğeri ise üretim araçlarının kamulaştırıldığı, plan ekonomisinin olduğu, 1917 sosyalist devrimin değerlerinin hâlâ kısmen de olsa mevcut olduğu, parti ve devlet bürokrasisinin hâkim olduğu bir yozlaşmış işçi devleti idi. İkisini bir tutmaya çalışmak, işçi sınıfına ihanet anlamına gelmektedir. Yıllar sonra Maoistler, Sovyetlerin izlediği işleyiş modeli (geniş bir kapsamda üst yapıdaki işleyişler diyebiliriz) dolayısıyla yine Sovyetler Birliği’nin toplumsal altyapısını göz önünde tutmadan, Sovyetler Birliğini dünyanın bir numaralı emperyalist düşmanı olarak ilan ettiler. Fikret Başkaya bu şematik ve anti materyalist çizginin görünen o ki tutarlı bir savunucusu.
Solun tarihi ve dersler
Fikret Başkaya kendine göre solun tarihinden dersler çıkarmaktadır:’ XX. yüzyıl deneyleri başarısız olup, geride kaldığına göre, bu ilk deneylerin neden başarısız oldukları sorusu, devrimi yeniden düşünmeyi gerektiriyor... Elbette başarısızlığın birçok nedeninden bahsedilebilir ama nedenler hiyerarşisinde en önemli olanı veya olanları tespit etmek, tahlil ettiğimiz, bilince çıkarmaya çalıştığımız durumun anlaşılması için elzemdir. Fakat daha önce devrim nedir sorusuna açıklık getirmekle tartışmaya başlamak gerekiyor. Tabiî devrim nedir sorusuna devrimi kim yapar sorusunun da eşlik etmesi gerekir. Devrim [Révolution] Eski egemenlik sisteminden radikal bir kopuş demektir veya öyle anlaşılması gerekir. Bu kopuş sadece sorunun egemenlik veçhesini, yöneten-yönetilen, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen ilişkisini angaje etmez. Ezilen toplum sınıflarının, halk sınıflarının çok yönlü emansipasyonunu da [özgürleşmesini] varsayar. Birincisi, devrim yaşamın tüm veçhelerini [ ekonomik, politik, kültürel, ideolojik, etik, estetik...] kapsadığında, daha önce de yazdığım gibi, politika denilenin ve politika yapmanın farklı bir versiyonunun gündeme gelip ete-kemiğe büründüğünde mümkündür.’
Aslında tarih, Fikret Başkaya’nın istediği gibi işlememektedir. Devrimler ‘yaşamın tüm veçhelerini [ ekonomik, politik, kültürel, ideolojik, etik, estetik...]’ kapsamak zorunda değildir. Bunlar devrim için ön şartlar da değildir. Etik olarak toplum hala feodal toplumda iken, kapitalizm hâkimi olabilmektedir. Fransız devriminden önce örneğin kapitalizm ülke çapında hâkim ekonomik altyapı haline gelmesine rağmen, politik iktidarı çok daha sonra almıştır. Politik iktidarın kapitalizme geçmesi devrim için belirleyici olmuştur. Kültürel ve estetik, etik olarak feodalizmden radikal kopuşlar bu süreçte ne kadar olmuştur, bu ancak bir hayır ile cevaplanabilir. Devrimden sonraki süreçte buradaki kopuşlar devam etmiştir, çünkü devrim eski toplumun tüm estetik, etik, ideolojik, politik vs konularından radikal kopuşu değildir. İktidarın sınıfsal el değiştirmesidir. Bunun objektif ve sübjektif şartları vardır. Devrimden sonra çözülmesi gereken sorunlardan biridir, örneğin sosyalist toplumda kapitalist ideolojinin kaybolması bir tek devrim ile olabilecek bir durum değildir. Altyapı ve üstyapı birbirlerine paralel gelişme göstermezler, ekonomik olan hakim olan kapitalizm çok daha sonra siyasal devrim yapabilmiştir.
Yanlış düşünceler mi? Yanlış altyapısal gelişi mi? Yoksa ikisi mi?
Devrimci toplumdaki değişimlerin dinamiğini anlamakta Fikret Başkaya zorluk çekmektedir. Sosyalist partilerdeki değişimleri, parti içindeki yanlış düşüncelere bağlamaktadır. Sorun salt düşünsel doğrular ve yanlışlar değildir. Örneğin devrim sonrası, ülkede olması gereken kültürel değişim nasıl sağlanılacaktır? Kemalizm ülkedeki ekonomik çıkmazlığı görmeyerek, olayı sadece bir eğitim soruna indirmeye çalışmıştır. Hâlâ birçok sorunda ülkedeki sorunların arkasında eğitimsizlik olduğunu savunan Kemalistler ordusu bulunmaktadır. Örneğin işçilerin kültür sorunu nasıl çözülecektir? Kemalist burada, işçiye daha çok okunması yönünde telkinlerde bulurken ve okumadığında bunu işçilerin geriliğine bağlarken, sosyalist toplumdaki kültür oluşumu farklıdır. Burada sosyalist kültürün gelişmesi için aynı zamanda bir maddi değişim şarttır.
Üretim araçlarının işçilere devredilmesi, işsizlerin de iş dünyasına katılarak çalışma saatlerinin aynı maaşlarla büyük orada düşürülerek kapitalizmin kâr etme çılgınlığından, planlı ekonomiye geçiş ile işçilerin daha çok kendilerine ayırabilecekleri zamanlara kavuşturulması gibi somut adımlarla kültür seviyesi artmasının maddî zemini sağlanır. Öbür türlü bu kültürel değişimin tek bir hamlede ortadan kalkmasını beklemek hayalperestliktir. Toplumsal ekonomik değişime bağlı olarak üstyapıdaki gelişimler belirli bir çizgi izler.
Halk devrimi mi, Proleter devrimi mi?
Fikret Başkaya devamında şunları da savunmaktadır: ‘(…) ikincisi, devrimi halk adına bu işi bilen öncüler [avangard] , velhasıl örgüt yapmaz, yapamaz... Bizzat halkın kendisi yapar. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Devrimi ya halk yapar ya da devrim diye bir şey mümkün değildir...’ Devrimin öncüler tarafından yapılamayacağı noktasında hemfikiriz. Ama bu yazıdaki asıl sorun, ikinci önermedir. Devrimi halk yapmaz, sınıflar yapar. Aslında TEKEL mücadelesinde de ortaya çıkan, halk devrimini ve halk kavramını tutan ÖDP ve Halkevleri gibi kurumlar da mevcuttur. Devrimleri hiç bir zaman halk yapmamıştır. Feodalizmden burjuvaziye geçişi sağlayan halk değil, kapitalist sınıfıdır, sayıca azınlıkta olmalarına rağmen ekonomik konumlarının vermiş olduğu güç ve köylüleri ve şehirlerde zanaatkârların ve yeni yeni ortaya çıkan işçilerin desteğiyle bu devrimi gerçekleştirebilmiştir, sonrasında kendi politik sistemini kurmuştur.
1917 Rus devriminde, işçi sınıfın devrimi vardır, bu yüzden sosyalist devrimdir; sayıca az olan işçi sınıfı, üretim ilişkilerindeki güçleri ve merkezlerdeki yığılmış toplu güçleri ile devrime önderlik ederken, köylüleri kendi tarafına çekmeyi başarabilmiştir. Halk denilen şey nedir? İçerisinde sınıfların olduğu bir topluluk ise ve sınıflı toplumunun iktidarı bu sınıflar üzerinde oluyorsa, bu sınıfların iktidarını konuşmak gerekir. Türkiye’deki Bolşeviklerin amaçladığı devrim ne olduğu belli bile olmayan bir halk devrimi değil, işçi sınıfının devrimidir. Onun bu devrimde köylüleri katabilmesi, ulusal soruna dair devrimci çözümler üretebilmesi onu devrime götürür. Halk iktidarı, kapitalist ilişkilerin devam ettiği, aşamalı devrim teorisinden başka bir şey değildir. Halk devriminde hangi sınıfın programı gerçekleşecek? İşçi sınıfı, burjuva, küçük burjuva? Hepsinin toplamı bir program olmaz. Devrimleri sınıflar yapar, yalın gerçeğini tekrarlamak, buradaki kafa karışıklığına bir net tavır almaktır.
Marx’ın çarpıtılan sözüne atıf yapmaktadır ayrıca Fikret Başkaya, Marx: ’Devrimi çoğunluk yapar, yani tüm ulus tarafından’ der. Halk kelimesini (Alm. Volk ) kullanmaz burada Karl Marx, onun yerine Ulus (Alm.Nation) der. (MEW 36, 514) Burada gene Marx, çoğunluğun iktidarından bahseder, buradaki durum bir muğlâklığın işaretçisi değildir. Darbeci anlayışlara karşı çoğunluğun desteğinin alındığından bahseder. Rus devriminde, işçi sınıfı, köylülerin desteğini kazanarak çoğunluk olmuştur. İşçi sınıfın kurtuluşu ancak işçi sınıfın eseri olacak derken, bu kurtarma anlayışını diğer sınıflara vermez. Sadece işçi sınıfın diğer sınıflara öncülük yapacağından bahseder. Devrimleri bir sınıf önderlik yaparken, toplumdaki diğer sınıfları da kendi talepleri ile çekerken bir çoğunluk olma durumuna denk düşmektedir. Fikret Başkaya’nın burada işçi sınıfı yerine ‘bizzat halkı’ tercih etmesi aslında, kendisinin bu konuda net olmadığını gösterir. Örneğin gelişmiş kapitalist ülkelerde, işçi sınıfı ezici çoğunluğu oluşturmaktadır.
Bilinç taşıma, işçi sınıfının küçümsemek midir?
Fikret Başkaya işçi sınıfına önderlik yapılması öngörülen Leninist parti modelini eleştirmektedir. Fikret Başkaya’dan kendisini daha iyi ifade ettiği bölümü olduğu gibi almak gerekli bir duruma dönüşmüş durumdadır, şu önermeler de bulunuyor: ‘Geride kalan yüzyılın sosyalist mücadele anlayışında, 'işçiler, ezilen-sömürülen sınıflar, kendiliklerinden durumlarının farkına varamaz, olup-bitenleri anlayamaz, dolayısıyla bilinçlenemez, ona 'gerekli' bilinci ancak devrimci entelektüeller dışarıdan taşıyabilir...' şeklinde bir anlayış hâkimdi. Bu tespitten hareketle de devrimi ancak devrimci-entelektüeller ve devrimcileşmiş işçilerden oluşan, mücadelelere öncülük edecek, devrimci partinin yapabileceği görüşüne varılıyordu. Bu tespit aynı zamanda profesyonel devrimciliğin gerekçesini de oluşturuyordu. Oysa devrim ve profesyonel kelimelerinin yan yana getirilmesi tam bir oxymoredir. Bu yüzden de yan yana getirilmeleri saçmadır. Mesleği devrim yapmak olan birinin var olabileceğini düşünmek abes değil mi? Marx, 'işçi sınıfının emansipasyonu [kurtuluşu] onun kendi eseri olacaktır' dememiş miydi? Bir sınıfın emansipasyonu başkalarının işi olabilir miydi? Devrim işini öncü partiye havale etmek, ezilen-sömürülen sınıfların kaderini başka ellere tevdi etmek, başkalarına emanet etmek değil midir? Bunun koloniyalist Avrupalıların 'uygarlaştırma, uygarlık götürme, geri halkları ilerletme, Türkiye'de Kemalistlerin halkı adam etme teşebbüsünden bir farkı var mı? Oysa tanımı gereği emansipasyon bir özne olarak insanın kendini gerçekleştirmesine engel olan durumdan kurtulması, özgürleşmesi demektir ve bu ancak insanın [bireyin] öz çabasıyla mümkündür...
Bu tespitle işçi sınıfına bir kimlik yakıştırılıyor: İşçiler kendiliklerinden olup-biteni anlayamaz... Buna gerekçe olarak da işçilerin zorlu ve uzun çalışma süreleri, eğitim olanaklarının dışına atılmış olmaları gösteriliyor. Eğer bu tespit kabul edilirse, bu, toplumun bilenler ve bilmeyenler diye ikiye bölünmüş olduğunu, birinden diğerine geçişin de imkânsız olduğunu, arada bir Çin duvarı olduğunu kabul etmektir. İkincisi, bilenlerin ne bildiğini tartışma konusu yapmamak, sorun etmemektir. O halde şu soru akla geliyor: bir metal işçisinin, terzinin, tekstil işçisi genç bir bayanın, nüfus idaresinde çalışan memurun, vb. kitap okumasına, resim yapmasına, şiir okumasına, hikaye yazmasına, insanlığın durumuna dair kafa yormasına, düşüncelerini çevresindekilerle paylaşmasına gerçekten bir engel var mı? Öğretmenlerden daha çok okuyan işçiler yok mu? Entelektüel, egemen düzenin verdiği eğitimi aldığı için mi entelektüeldir, yoksa okullarda aldığı köleleştirici eğitimden kurtulmaya cesaret ettiği için mi entelektüeldir? Aslında mevcut olan durumu aşma bakımından eğitilmiş olanla eğitilmemiş olan arasındaki mesafe sanıldığından daha kısadır. Her ikisi de ilave bir zihinsel-entelektüel çabayla şeyleri bilince çıkarabileceklerine göre... Aslında işçiler 'bilimsel bilgiye ulaşamaz, içselleştirip özümleyemez' tespiti, dışarının, başkalarının, 'onun hakkında konuşanların' tespitidir ve bu dünyada reel bir karşılığı yoktur. İster küçük bir işyerinde isterse büyük bir kapitalist işletmede çalışıyor olsun, işçi sömürüldüğünü bilir ve biliyor. Dolayısıyla bu konuda bir sorun yok. Sorun bu durumdan nasıl çıkılır sorusunu sormamakla, soramamakla ilgili. Fakat tarih boyunca yaşanan devrimler, belirli bir eşik aşıldığında ezilen-sömürülen-aşağılanan sınıfların korku duvarını aştığını da gösteriyor. O halde süreçte entelektüelin işlevi ne olabilir? Entelektüel olup-bitenleri eleştirip, netleştirip, bilince çıkararak, işçileri, ezilen-sömürülen sınıfları, yeryüzünün lânetlilerini cesaretlendirebilir. Mevcut olanın alternatif bir sistemle ikame edilebilirliği bilincini güçlendirebilir. Entelektüelin misyonu işçi hareketini yönetmek değildir. Aksi halde böyle bir şey işçilerin kendi kendilerini yönetemeyeceği anlamına gelecektir...’
Başkaya’nın kendi duruşunu haklı çıkarmak için, kendisini soyut kavramlar dünyasında anlatmaya çalışmaktadır. Unuttuğu bir şey var ki teorilerin kendisini kanıtlamak zorunda olduğu bir de objektif bir dünya vardır karşımızda.
Örneğin dışarıdan bilinç taşıma, Başkaya’nın iddia ettiği gibi işçi sınıfını küçümseme midir? TEKEL işçisinin mücadelesinin başından beri dile en çok getirdiği iki slogan var: ‘Ölmek var, dönmek yok’ ve ‘Genel Grev, Genel Direniş’ sloganlarıdır. TEKEL işçisi, özeleştirmelerin başladığı süreçten itibaren günümüze kadar bekleyen bir tavır içersinde olmuştur. Mücadelenin daha önce, çok daha uygun şartlarda başlayabileceği durumlardan günümüze kadar beklenilmesi, aslında işçi olmakla sınıf bilinci taşımak arasındaki farkı göstermektedir. Bu süreç içersinde, çeşitli umutları da besleyen TEKEL işçileri mücadele etmenin tek şart olduğunu görmüşlerdir. Bu mücadeledeki kararlıklarını ‘Ölmek var, dönmek yok’ sloganıyla dile getirmişlerdir. Sendika bürokrasisine olan tepkileri, kürsüyü, Türk-İş ve Ankara’daki AKP binalarını işgal etmeleri kendi inisiyatiflerini kullanmaları sonucunda olmuştur. TEKEL işçilerinin geliştirmiş olduğu inisiyatif bu mücadelenin bu seviyeye gelmesine neden olmuştur. Bundan sonra belirleyici olanda TEKEL işçilerinin ve diğer işçilerin bu mücadelede gösterecekleri yol ve dirençtir.
‘Genel Grev, Genel Direniş’ sloganı ise, işçilerin kendi sloganları değildir. Sol gruplarının yıllardır, işçi eyleminde propagandasını yaptığı bir slogandır. Solun daha önceki mücadelesinde kazanmış olduğu deneyimlerin rafine hale getirip sunduğu bir slogandır. TEKEL mücadelesinde, işçi sınıfının diğer kesimlerini harekete geçirme, işçilerin önünü açacak inisiyatifler de bulunma ve TEKEL mücadelesini işçi sınıfının genel taleplerine dönüştürme ve işçi sınıfının kendi organlarını kurması için propaganda yapmak, işçi sınıfı içersinde onları küçümsemek değildir. Bolşevik Parti’nin bir fabrikadaki işçiye göre daha çok deneyim ve öngörü olması şaşılacak bir durum değildir. Kemalistlerle, Bolşevik partiyi bir tutma ancak tutarlı bir şekilde objektif durumun reddedilmesi halinde mümkündür. Kemalist için, işçi ve köylüler iktidardan uzak tutulması gerekilen unsurlardır, yönetmesi mümkün olmadığı için, ancak aydınlatabilir. Bolşevikler için ise işçi sınıfı iktidara Sovyetler aracılığıyla direkt sahip çıkacak sınıftır. Kendi kendisini yönetebilecek bir sınıftır işçi sınıfı, bunun propagandasını sloganlar, yazılar, pratiklerle aracığıyla anlatabilmektir Bolşevik parti.
Kemalistlerle Bolşevik partinin farkını ortaya daha rahat dökebilecek, daha önce TEKEL mücadelesi ile ilgili yazdığım http://taksim2010.blogspot.com’daki yazılardan alıntıları buraya ekliyorum:
· ‘2. TEKEL işçilerinin kendi içlerinde, mücadelenin ne olması gerektiği noktasında karar mekanizması haline gelen komitelerin oluşması gerekir. TEKEL mücadelesinin şu geldiği konumda bile karar mekanizmalarına çok daha geniş söz sahibi olmalarına imkan verecek bir olgunluk söz konusudur.’ (20 Şubat, SOLUN TEKEL İLE İMTİHANI!)
· ‘Genel Grevin iyi geçmesinin bir diğer noktası da grevlerin olduğu işletmelerdeki grev komitelerinin grevin yürütülmesi konusunda söz hakkına sahip olması, grev komiteleri ayrıca bir il grev komitesinde toplanarak, grevin eksik yanların giderilmesi, savunulması ve süresi konusunda söz hakkına sahip olması. Yani devrimcilerin görevi, Genel Grevin yönetilmesinin işçilere, grev komitelerine devir edilmesi için mücadele etmektir. (9 Şubat, TEKEL MÜCADELESİNDE TEK EL OLAMAMAK!)’
· ‘İşçilerin hangi unsur olarak görülmesi noktasında, devrimciler arasında kafa karışıklığı ne yazık ki mevcuttur. İşçiler isyan eden ve direnen bir sınıf olarak algılanırken, işçilerin kendilerini, fabrikalarını yönetebileceklerine dair bir güvensizlik vardır. Mücadelenin belkemiğini oluşturan TEKEL işçilerinin görüşmelere dâhil edilmesinden başlayarak işçilerin çeşitli yerlerde ana belirleyici unsura dönüşmesi gereklidir. Buna uygun taleplerin yükseltilmesi gerekmektedir.’ (2 Şubat, Tekel İşçisi ve Genel Grev)
* ‘İşçi sınıfının devrim mücadelesi yerine küçük burjuva ahlakçı, kahraman devrimci modelini savunanlar, işçi sınıfın ihtiyaçlarına cevap bulmakta zorluk çekerler. TEKEL işçisi kendi haklarını kendi pratiklerinde savundukları için, bugün bu seviyedeki bir mücadele ortaya çıkmıştır. İşçi sınıfı yerine kendi partisinin varlığını idame ettiren grupların hiç biri mücadele içerisinde başarılı olamaz. Çünkü onlara geri bilince sahip işçi sınıfının harekete geçmesi imkânsız olduğu için, kendiler onların yerine harekete geçer, devrimi gerçekleştirmeye çalışılırlar. Sınıf mücadelesi içersinde işçi sınıfın kendisini yönetebilmeyi öğrenme hakkını gasp eden hareketler, işçi sınıfının dinamiklerini anlayamadıkları için kendilerini işçi sınıf yerine koyarlar. Kapitalizmde suni krizler yaratmanın gereği yoktur, üretimden gelen ve doğasında bulunan krizler zaten mevcuttur, işçi sınıfının bu krizlerde devrimci bir bilinç ile hareket etmesi için mücadele etmek yerine, bireysel terör ile hareket ederler.’ (30 Şubat, TEKEL mücadelesi neler öğretiyor)
Marks, Engels, Lenin, Troçki gibi komünist devrimcilerin savunduğu, işçi sınıfının kendi kendini yönetebilecek bir sınıf olduğudur, bunun için devrimci partiye biçilen rol, işçi sınıfı içersinde politik çizgi mücadelesi içersinde hâkim olan sosyal demokrat, ulusalcı, dinci, gibi gerici düşüncelerle uzun soluklu mücadele etmek. İşçi sınıfı mücadele başlamadan önce, işçi sınıfının çıkarını savunacak talepleri ve siyasal rotayı belirlemek için çalışmalarda bulunmak.
Devrimci görev partinin mi, entelektüellerin mi?
Fikret Başkaya Bolşevik partinin görevini, entelektüelin görevi olarak algılamakta ve daraltmakta, entelektüellerin görevini işçi sınıfını yönetmeyen onla beraber işçileri cesaretlendirmek ve bilinçlerini güçlendirmek olarak algılamaktadır. Oysaki parti aynı zaman da bunu aşan görevleri de üstlenir. İşçi sınıfı içersinde örgütlenme, eylemler ve etkinlikler düzenlenmesi, somut olarak TEKEL komiteleri kurmak için emeğini ortaya koymak gibi. Aslında birçok işçinin güvenini sağlayan budur. Söylenen sözlere uygun pratikler yaratılmasıdır.
İşçi sınıfı içerisinde bilinç olarak çeşitli kesimler vardır. İşçi sınıfı AKP, MHP, CHP; BDP gibi partilerin etkisinde olan kesimlere ayrılmaktadır. TEKEL mücadelesinde şu da ortaya çıkmıştır ki, işçilerin hepsi aynı anda aynı bilince sahip olmamaktadır. 4/C’yi kabul etmeye ilk baştan hazır kesimler var iken, asla kabul etmeyecek kesimler de vardır. Sendika bürokrasisine ve devlete karşı mücadele etmeyi öğrenen kesimler var iken, bunlarla karşılaşmadan yılmış olan kesimler de vardır. İşçilerin mücadelesine önderlik eden kesim, işçi sınıfının bilinç olarak daha önce sol ile tanışmış kesimleri olması şans eseri değildir. Kürt işçiler ile sol işçiler, işçilerin geri kalan kısmını mücadele içerisinde beraberinde hareket ettirmesini sağlamıştır. Devrimci parti, işte işçi sınıfın bilinç seviyesi olarak ileri işçileri devrimci programı için kazanıp, işçilerin geri kalan kısmını devrime yürümek için ikna edecek politikalar üretmesi ve gerçekleştirmesi gereklidir. İşçi sınıfı içersindeki bu bilinç farkı, devrimden sonraki dönem içersinde kapanabilir. İşçi sınıfının yöneten ve sönen bir sınıf haline gelmesi ile beraber, gerici ideolojilerden kurtulma imkânı ortaya çıkmaktadır. Bolşevik parti, ileri bilinçteki işçilerin örgütlüğüdür. İleri bilinçteki işçilerin örgütlenip, devrimci bir program altında birleştirilmesidir Bolşevik parti. Devrimci program ve politika etrafında örgütlenen ileri işçi kesimi, bulundukları pozisyonları daha uzun süreli koruyabilir, kolektif müdahale şansını bulur.
İşçi sınıfı kendi fabrikalarını yönetebilmek için eğitimli burjuva sınıfına ihtiyaç duymamaktadır, işçilerin zekâ ve yönetilme açısında burjuvadan bir farkı yoktur. Bu farkı oluşturan sınıflı toplumun kendisidir. Bunun aksini ispatlamak için efsaneler yaratmaya gerek ise yoktur, Fikret Başkaya bu efsaneleri yaratmaktadır: ‘XIX’ uncu yüzyılda işçi sınıfının durumuna dair bilgiler, bilinenin ve genel kabul gören yaygın anlayışın aksine, işçilerin o kadar saat çalıştıktan sonra geceleri kitap okuduklarını, şiir ve hikaye yazdıklarını, sorunlarını tartıştıklarını gösteriyor. Marx'ın ünlü eseri Kapital, fasiküller halinde yayınlanırken, işçiler yeni fasikülün çıkmasını sabırsızlıkla beklerlermiş. O zaman işçiler Kapitali büyük bir hevesle okuyup- anlıyorlardı. Şimdilerde burnundan kıl aldırmayan iktisat profesörleri anlamıyor...’
Fikret Başkaya’nın bu anlattıkları bana ütopik sosyalistlerin bir resmini hatırlattı. Doku makinesinde çalışan işçiler aynı zamanda önlerinde açık olan Das Kapital kitabını okumaktadırlar. Böyle bir beklentileri vardı anlaşılan. Bu beklenti asla gerçek olmamıştır. Das Kapital’in işçiler tarafından anlaşılması mümkündür ama bu ya ortak bir eğitim çalışması vasıtasıyla ya da daha önce felsefi ve ekonomik alanlarda çalışmalar yürütmüş örgütlü işçiler için mümkündür. Burjuva profesörlerin anlamaması, onların eğitim seviyelerinden dolayı değil, sınıfsal duruşlarından kaynaklıdır. TEKEL mücadelesinde mevcut şartlarda olmayan bir Bolşevik parti eksikliğinde, gelmiş olduğu çıkmazı görebilmekteyiz. Siyasal olarak yeni atılımları zorlayacak öneriler yerine, suskunluk ve bilmezlik hâkim, her ne kadar mücadele etme ruhu hazır olsa da…
Fikret Başkaya şunları demektedir: ‘XIX ve XX. yüzyıl sosyalizmleri dünyayı değiştirmek için burjuva devletine göz dikti ve onu ele geçirmeyi devrim için yeterli koşul saydı’ Marks, Engels, Lenin ve Troçki’de bu durum asla söz konusu olmamıştır. Evet, sol içerisinde bu durum olmuştur. Ama burada, bunu savunanlar ile savunmayanları aynı yargılamaya tutmak, felsefi anlamanda ya da adaletsizlik ve gaddarlıktır, ya da bilinçli çarpıtmadır. Devrimin olması, işçi diktatörlüğünün gerçekleşmesi ve işçi sınıfının sönmesi ile birlikte sınıfsız topluma geçişin savunucuları ile, işçi sınıfının yerine yöneten devlet ve parti bürokrasisini yerleştiren iki anlayış arasındaki farkı görmemek, kendi kafa karışıklığının karanlığında her ineği siyah zannetmektir.
İşçi sınıfı içerisinde, bürokrasisinin hakim olması, yanlış düşüncelerden veya yanlış parti anlayışlarıyla açıklanamaz. Ülke içersindeki gelişen bürokrasi ile alakalıdır. Alman SPD si salt Bernstein in dönekliğinden ya da parlamento içersinde çalışmasından dolayı 1.dünya savaşına destek vermedi, ülke içersinde gelişen işçi aristokrasinin maddi çıkarlarının objektif isteklerine politik önderliğine dönüşmesinden dolayıdır. Bu sürece karşı gelen devrimciler, ilk başta Spartaküs birliğini kurarak, Alman Komünist Partisine giden yolu açmıştır. Aynı anlayış ile parlamentoda çalışan SPD’lilerin bölünmesi arkasında yatan gerçek budur. Yoksa Fikret Başkaya’nın mantığıyla tüm SPD’nin dönüşmesi gerekliydi. Seçimlere katılan ve siyasette aynı yöntemi kullanan partiden iki ayrı partinin çıkması arkasındaki dinamik, Alman işçi sınıfındaki gelişmeler ve bu gelişmelerin sağladığı olanaklar ile reformist düşüncenin parti içersinde hâkim olmaya başlamasıyladır. İşçi sınıfı içersindeki reformist harekete karşı Lenin’in Bolşevik parti anlayışı tek çözüm olarak kendini ispatlamıştır. İktidar’da iken, devlet bürokrasisinin ve eski çar yöneticilerinin partiye girilmesi engellenmiş, işçilerin partiye alınması için tüzük değişikliklerini gidilmiş, Parti’de bürokrasiye karşı harekete geçilmiş, yüksek sayıda parti üyesinin üyeliğine son verilmiştir.
SPD’nin burjuva sistemi içersinde milletvekillerine ve yöneticilerine sağlamış olduğu haklar, bu süreçin gelişmesinde muhakkak negatif bir rol oynamıştır. Ama Marks’dan itibaren gerçek komünistlerin talebi, parti ve devlet yöneticilerin asla bir kalifiye işçiden daha fazla maaş ve hakka sahip olmaması ve her an görevden indirilebilmesinin mümkün olması gerektiğidir.
Kendi düşüncesini haklı çıkarmak için Fikret Başkaya, sol içersinde hâkim olan düşünceler hakkında şunları savunmaktadır: ‘Kalkınmacılığa ve emperyalist ülkeleri yakalama perspektifine kilitlendi...’ Bu bir sonuçtur. Bu ayrıca maddi bir değişimin sonucudur. Sınıflı toplumun objektif şartları altında, bunlardan alakasız bir örgütlenme beklemek ne kadar gerçekçidir; bunu düşünmek gereklidir ilk önce. Gerçeklerden arıtılmış kavramların avukatlığı üzerinden işçi sınıfının devrimci partisini eleştirmenin ciddiye alınacak bir tarafı yok. Olmayan bir demokrasi anlayışı ve olmayan toplumsal şartlar üzerinden, sınıflı toplum içinde mücadele veren işçi sınıfının devrimci partisine eleştiri getirmek, sadece Fikret Başkaya’nın politik zafiyetinin dışa vurumudur.
Fikret Başkaya yaptığı röpotajda, bu konuda Stalinzmin bu konudaki rolüne değinmiş ve bazı noktalara açıklama getirmiştir.’ Bence süreç, Stalinizmin yerleşmesinden önce başladı. Marx’ın ölümünden sonra Marksist düşünce, örgüt bürokrasilerinin iktidarını meşrulaştıran bir ögretiye dönüşmeye başladı. Tabii kesin kopuş, Stalinizmin yerleşmesiyledir. Stalinizmin Marx’la ve marksist teoriyle ilgisi sadece söylemdeydi. Stalinizm her şeyiyle marksizmin tam bir inkârıdır. Aslında eleştirel-devrimci bir teori olan Marksizm değil de marksizmin deforme olmuş, içi boşaltılmış versiyonuydu söz konusu olan. Bilinen anlamda bir resmi ideoloji söz konusuydu. Ve söz konusu bağnaz resmi ideoloji Stalinist otokrasiyi meşrulaştırmanın ve dayatmanın hizmetindeydi. Başka türlü ifade edersek, Stalinizm Marksizmin anti-teziydi..!‘
Başkaya’nın bürokrasiye karşı almış olduğu tavrın açıklamasında, gelmiş olduğu sonuç, onun yanlış duruşunu nedenlendirmektedir.’Eğer siz demokratik merkeziyetçiliğin sonucundan şikayet ediyorsanız, o zaman farklı bir örgütlenme modelini de pekâlâ tartışabilir, tasarlayabilirsiniz...’
İnsanlar bürokrat yaşamayı düşündükleri gibi, bürokrat olarak yaşamazlar, bürokrat olarak yaşadıkalrı için bürokrat gibi düşünürler. Rusya’daki bürokrasinin arkasında salt Stalinin düşüncüleri yoktu, geri bir kapitalist bir ülkede, iç savaşın açtığı ağır tahribatlar sonucunda, gelişimi için uygun ortamı bulan bürokrasinin çıkarlarını savunabilecek en düşüncelere yanaşması vardır.
Demokratik merkeziyetcilere karşı olan tavrını, bu kavramın oxymore (karşıt anlamlı) olduğunu söylerek geçerli bir kavram olmadığını iddia etmektedir. Yaşam ve ölüm iki karşıt kavramdır. Ama yaşayan her canlı aynı anda ölen bir yaşayandır. Bu basit örnek bile toplumda, doğada bu tür karşıtlığın sürekli var olabildiğini gösteriyor. Fikret Başkaya çelişkisiz bir kavram aramaktadır. Ama yaşamın içinde çelişkisiz bir şey yoktur. Fikret Başkaya da bu çelişkileri soyut kavramlar içersinde yok saymakla, Marksizmle çelişkiye düşmektedir.
Suphi Toprak
3 Mart 2010
Yazıyı "köylü" bölümünden sonra okumadım çünkü itirazın tamamen yanlış. Başkaya doğru söylüyor, çiftçi üretim araçlarına sahip olmasıyla işçiden ayrılır. Çiftçi, emeğini değil ürününü satar; bu yüzden kendisine maraba değil çiftçi denir. Geçimliğini kendisinin üretip üretmemesi önemsizdir.
YanıtlaSilGüncel konumda çiftçinin otonomisi elinden alınmıştır. Bir terzinin iflas edip giyim mağazaları zincirinde tezgahtar olarak çalışması ile analoji kurabiliriz. Çiftçi, daha önce ürününü satarken, şimdi doğrudan emeğini satmaktadır; çünkü tohumu kısırdır, kotası bellidir, satış yapacağı yer bellidir vs. Kısacası üretim zincirinde katma değer ekleyen bir işçiden zerre kadar farkı yoktur.