23 Temmuz 2012 Pazartesi

Kıbrıs’ın işgalinin 38. Yıldönümü: Egemen blok’ta “Yama” töreni

Aziz Şah - Enternasyonalist Dayanışma

Altı ayı aşkındır süren Lefkoşa Belediyesi krizinden beridir biliyoruz ki Kıbrıs’ın işgal altındaki coğrafyasındaki egemen bloğun en eski aktörü olan Ulusal Birlik Partisi’nde (UBP) bir “iç mücadele” sürüyor. Daha önce Gerçek’in web sayfasında yazdığımız “Organik krizin karşısına Lefkoşa Belediyesi’nin kurduğu barikat” ve “Kıbrıs: bankalar ve tefeciler arasına sıkışmış coğrafya” yazılarında da dile getirdiğimiz bu süreç, beklenen müdahaleyi doğurdu. “Sömürgeci el” ortaya çıktı.

UBP içerisinde süren mücadelenin tarafları TC bankalarının ve yerli ajan sınıfın radikal kesiminin parti içerisindeki temsilcileri. Bankaları, Maliye Bakanı ve Başbakan çevresindeki klik temsil ederken, radikalleşen ajan-burjuvaziyi belediye başkanları ve Cumhurbaşkanı çevresindeki klik temsil ediyor. Burada bir parantez açarak ajan-burjuvazinin Kıbrıs üzerine daha önce yazdığımız yazılarda da belirttiğimiz, bağımsız hareket olanakları olmayan, sömürgedeki burjuvazinin bütününü kapsadığını belirtmek durumundayız. Ajan-burjuvazideki diğer bir vurgu sömürgeci burjuvaziden bağımsız tavır alamamasından kaynaklıdır. Tefeci kesim ise Kıbrıs koşullarında istem dışı olarak radikalleşerek bankalar karşısında kendi çıkarlarını sağlama almak zorunda kalmıştır.

Bu kamplaşma parti içerisinde bir “kurultay ihtiyacı” doğurdu. Daha önce laf ola beri gele “demokratiklik göstergesi” olarak çıkan ikinci adaylar bu kez mücadele sonucunda çıktı. Emperyalizm çağında bankalar karşısında tefeci burjuvazi ne kadar da radikalleşse hiçbir şansı yoktur. Tefeci burjuvazinin yeniden öne çıkması ve radikalleşmesi Kıbrıs’taki eşitsiz gelişmenin bir sonucu. Ama bankaların verdiği mücadele “sermayenin merkezileşmesi” eğiliminden başka bir şey değil. Ajan sınıfın radikalleşmesi ise ekonomik depresyona bağlı gelişti. Hem KKTC’nin yasa dışılığından hem de AB’nin Türk Kıbrıslılar için ayırdığı fonlardan faydalanan bu kesim toplumun direncini kırdığı oranda bankalar karşısında güçlendi. Bu sebepten bankalar ve tefeciler arasındaki eşitsizliğe rağmen parti içerisindeki kesimler yenişemedi: Her zamanki gibi TC yetkililerinin müdahalesi zorunlu bir hal aldı!

Şimdiki UBP başkanı ve başbakan İrsen Küçük karşısına aday çıkan Ahmet Kaşif önce TC elçiliğine çağrılarak tehdit edildi, TC elçisi Halil İbrahim Akça’nın üst üste tehditlerinin fayda etmemesinden sonra, Kıbrıs işlerinden sorumlu devlet bakanı, yani sömürge bakanı Beşir Atalay, Ahmet Kaşif’in adaylıktan çekilmemesi halinde oğluna verilen Vakıflar İdaresi projesini iptal etmekle tehdit etti. Bu durum Kıbrıs’ın yakın tarihindeki son “adaylıktan çekil” müdahalesidir. İlk değil. Daha önce Hakim Zeka Bey, Ahmet Berberoğlu, Dr. Küçük, Derviş Eroğlu çeşitli dönemlerde TC elçiliğine çağrılarak adaylıktan çektirildi. Derviş Eroğlu’nun Denktaş karşısında Cumhurbaşkanlığı adaylığından çektirilmesini “Ergenekon davası”na bağlayan AKP, şimdi de Küçük karşısında benzer baskıyı Kaşif’e* yapıyor. Ne de olsa devlette devamlılık esastır!

Egemen Blok’ta İki Sınıf Fraksiyonunun İç Mücadelesi

Sağın bütün kalemşörleri UBP içerisindeki çatlağa ya da “iç mücadele”ye dair bir şeyler yazdı. Bakanlar kurulu kararı ile 90 gün görevinden uzaklaştırılan Cemal Bulutoğulları’na kâh “mağdur” sempatisi besleyerek, kâh Bulutoğulları’nı yaşanan ekonomik krizin tek “kötü yöneticisi” ilan ederek süreci dillendirdiler. Ama parti içerisinde ortaya çıkan iki klik arasındaki “sınıf mücadelesi”ni dile getirmek bizim işimiz. Ortada belli safların kamplaşması dışında sürecin belirleyici unsuru olabilecek bir “politik iç savaş” Lefkoşa Belediyesi dışında yok. Lefkoşa Belediyesindeki “iç savaş” durumu da Belediye’ye el konarak bitirildi. Kaldı ki aksi zaten düşünülemez. Sömürgeci güç böyle bir duruma asla izin vermez. Politik “iç savaş” Lefkoşa Belediyesi’ndeki sınırlarının dışına çıkmadan söndürüldü. Ama hatırlamakta fayda var: Tefeci sermaye yok olmadığı sürece burjuvazinin iki sınıf fraksiyonu arasında mücadele sürecek.

Bu çatlağın yamanmasından sonra da başbakan Küçük’ün sanki de bütün bu kamplaşmalar olmamış gibi “Cemal Bulutoğulları’nın dönüşü muhteşem olacak! 90 gün tamamlanmadan Başkan geri dönecek…” açıklamasını 20 Temmuz törenlerinden hemen önce yapması ile birlikte başbakanın, belediye başkanları ile toplantı yapması ve kurultay öncesinde “parti ruhu”nu bu toparlama çabası, 20 Temmuz’un hemen öncesinde Beşir Atalay’ın “sömürgeci eli”nin müdahalesinden önceki zaman dilimine denk gelmesi ve Cemal Bulutoğulları’nın kurultayda başbakanı destekleyeceğini açıklaması, karşılıklı restleşmelerin yerini sözde “uzlaşma”nın alması, “sağın içerden gazetesi” olan faşist yayın organı Volkan’ı bile öfkelendirdi. UBP içerisindeki bu “yumuşama” görüntüsünün Volkan’ı öfkelendirmesinin tek bir sebebi olabilir. Bu “yama”nın AKP baskısı ile olması. Bu durum Volkan’a “Tam bir Karagözlük” dedirtti. Yoksa egemen bloğun “parti ruhu”nu yeniden sağlaması neden bir tepkiye sebep olsun! Volkan’ın AKP’ye olan bu mesafesinin Türkiyeli okur için anlaşılması açısından açmak önemli. Volkan, AKP karşısında “Denktaş Cephesi”nin yani askerin gazetesidir.

“Ustası”ndan öğrenen sömürge bürokratı tiyatroyu kapatır!

Nasıl ki Marx, “İnsana dair olan hiçbir şey bana yabancı değildir” der, sanat da insana dair olandır ve krizin faturası belediye tiyatrosuna kesilmek isteniyor. Tiyatrocular ise yönetimin kültür-sanata değer vermediğinden yakınıyor. İşin trajedisi, kimse “anlatılan senin hikâyendir” sözünden bir şey öğrenmemiş, belediye işçisine değer vermeyenin kültüre ve sanata değer vermesini beklemiş. Ulaşımdan eğitime, iletişime, elektriğe, gıdaya bütün sektörlerde “insana dair olan” hiçbir şey bırakmayan sınıf taarruzu tiyatroya dayanmış. Aslında sanatçılar açısından acı olan şudur ki bıçak kendi kemiklerine dayanana kadar beklediler, Lefkoşa Kaymakamı “Sanat kimin umurunda” dediği zaman bıçağın nereye vardığını anladılar. Kıbrıs açısından esas vurgulanması gereken nokta, Kıbrıs’taki bürokratın Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de tiyatrolar üzerine söylediklerinin taklidini yapması, “Ustası”ndan öğrendiğini satmasıdır. Hatta “boynuz kulağı geçer” dedirtmek için çabalamaktadır Lefkoşa Kaymakamı!

Lefkoşa belediye başkanı Bulutoğulları, Lefkoşa kaymakamı Kemal Deniz Dana'yı eleştirdi: “Senin tiyatro ile işin ne? Sen önce çöpleri topla. Ara sokaklarda çöpler duruyor. Herkes bugün doğruları bulacaktır. Yakında geliyorum, herşeyi düzelteceğim. Belediyede olanlar ortadır, belediye ne battı ne çıktı. Belediye sadece ekonomik krizden payını almıştır.” sözü de aslında uzun bir süredir tiyatro inşası projesini hayata geçirmeye çalışan Bulutoğulları’nın Kaymakam’a tepkisidir. Belediyede yaşanan krizin, ekonomik krizin bir parçası olduğunu dile getirmesi de egemen bloğun diğer yöneticilerinden farklı bir konumda olmasından kaynaklanmaktadır. Gerçek’te daha önce yazdığımız “Kıbrıs: bankalar ve tefeciler arasına sıkışmış coğrafya” yazısında da belirttiğimiz, Lefkoşa Belediyesi’ndeki krizin inşaat sektöründeki iflasa paralel geliştiğinin başka türlü bir söylenişidir.

Kıbrıs’ın işgal altındaki coğrafyasının süreklilik gösteren tek düzenli sanat kurumu olan Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun kapatılması ihtimalinin dile getirilmesi bile TC sömürgeciliğinin Kıbrıslılara dayattığı koşulların vardığı son noktayı gösteriyor. Elektrik, iletişim, eğitim, ulaşım, gıda vb. özelleştirmelerden sonra Belediye Tiyatrosunun, Orkestrasının ve Türk Sanat Müziği Korosu’nun da geleceği sömürgeci burjuvazinin ve onun hizmetkârlarının iki dudağı arasında.

Tayyip, ordunu da, sömürgeci burjuvazini de al git! **


Geçen yıl Tayyip Erdoğan’ın 19 Temmuz’da Kıbrıs’a ayak bastığı gün THY’ye ilkel birikim olan Kıbrıs Türk Hava Yolları’nın grev çadırı önünde Tayyip’in Kıbrıs’a gelişini protesto eden eylemciler hiç beklemedikleri bir şiddetle karşılaştılar. 2011’in 19 Temmuz’u eylemcilerin baskı altına alınması açısından bir dönüm noktasıydı. Bu bir yılda sınıf taarruzu derinleşti, kendi içerisinde sınıf mücadelesinin yeni eğilimleri ortaya çıktı. Bankalar diktatörlüğü gözle görülür bir hal alırken, belediyeleri bir bir etkisi altına alan borç krizi başkentte altı aya yayılan bir işçi mücadelesine kadar genişledi. Yerli burjuvazi içerisinde radikalleşen bir fraksiyon varlığını sürdürmek için her türlü sermaye birikimi olanağına yöneldi. Yeni özelleştirmeler gündeme gelirken, 2011’in Mart’ında herhangi bir özelleştirme yasası mecliste dahi görüşülürse süresiz genel greve gideceğiz diyen Sendikal Platform’un kayda değer bir karşı sınıf mücadelesi olmadı. Bırakın herhangi bir yasanın mecliste görüşülmesini, genel özelleştirme yasası meclisten geçti. Geçen yılın 19 Temmuz’u “şiddet”i öğrenmek açısından bir ders idiyse de bu yıl gündemin sınıf mücadelesi olması gerekti. Oysa 19 Temmuz’da “biz geçen yıl burada şiddet gördük” anması yapıldı. Halbuki bu yıl belediye işçileri polisle “göze göz, dişe diş, sınıfa karşı sınıf” şiarını yaşayarak barikatlarda çatıştılar, belediyeyi sembolik de olsa işgal ettiler ve belediye başkanını belediyeye sokmamakta ısrarcılar.

Geçen yıl kendi kendini Kıbrıs’ın “ev sahibi” ilan eden Tayyip Erdoğan yerini bu yıl sömürge bakanı Beşir Atalay’a bıraktı. Neo-liberal, müdahaleci, maneviyatçı, ‘et ve tırnak’çı, hamasi, işgalci ve sömürgeci Beşir Atalay’dı bu yıl; Tayyip’in yerine “ev sahibi”. Kıbrıslıların gelecekten en çok korktuğu zamanlarda Kıbrıslılara gelecek kaygınız olmasın diye salık verdi. KKTC’nin ekonomide Güney Kıbrıs’ı geçeceğini iddia etti. KKTC’nin ekonomisini planladı. Üniversite “sektörünü” övdü. Körler sağırlar birbirini ağırlar hesabı konuştu durdu. Da Kıbrıs’a gelmeden, kuru sıkı vaatlerde bulunmadan, kendinden önceki sömürge bakanı Cemil Çiçek’e soraydı, “KKTC’nin batmış olduğunu” öğrenirdi. Beşir Atalay da, Tayyip Erdoğan ve Cemil Çiçek gibi “beslemeler” derdi, “gâvur” derdi, küstâh sömürgeci bir dil kuşanırdı, 10. 000 lira maaş alıyorsunuz diye homurdanırdı! Oysa Atalay, en maneviyatçı pijamalarını giydi ve yatıya geldi Kıbrıs’a…

Sizin yatacak yeriniz yok bayım Kıbrıs’ta. Sömürgeci burjuvazini de ordunu da al git!

*Yazı yazılırken Ahmet Kaşif’in kalp krizi geçirdiği haberini aldık!

** Geçen yılki ziyaret üzerine: http://www.gercekgazetesi.net/index.php/yazlar/uluslararasi/item/705-tayyip-ordunu-da-s%C3%B6m%C3%BCrgeci-burjuvazini-de-al-git

4 Eylül 2010 Cumartesi

Tekel deneyiminin değerlendirilmesi!



Tekel mücadelesinde gelinen son aşamada, Mustafa Türkel'in açıklamarı işçinin gündemine damgasını vurdu. Mustafa Türkel TEKGIDA-İŞ aracılığıyla yaptığı açıklamada; işçilerin 4C statüsünü kabul etmesi gerektiğini belirtdi. Açıklamada şu sözler ile kararlarını nedenleştirdiler: ''Bu gelişme bizim sendika olarak; hukuk devletindeki en yüksek yargı sürecinin işlemesi ile birlikte eylem programımızı iptal etmemizi gerektirmiştir''
Mustafa Türkel yaptığı açıklamadan daha sonra 9. Ağustos tarihinde yaptığı açıklamada; gelen işçilerle görüşmeyeceğini, onların aslında birer provakatör olduğunu, TEKGIDA-İŞ'in dingonun ahırı olmadığını söyledi.Halbuki TEKEL işçileri TEKGIDA-İŞ üyelikleri düşmüş durumda Ankara’ya gelmişlerdi!

Daha önce açıklanan eylem planından vazgeçildiğini söylerek, artık 14 Eylül tarihindeki Anayasa mahkemesini beklediklerini ve tazminat hakkı beklediklerini söylerek, olumlu bir karar beklediklerini belirtiler. Solun devrimci kesimlerini, aynı bir süre önce Erdoğan'ın yaptığı gibi işçileri kötülemeye başlayan Türkel, diğer taraftan gelen tepkilerden dolayı, 17 ağustos günü çeşitli gazetelerde anayasa mahkemesinin olası bir olumsuz karar sonrası tekrar eyleme başlayacaklarını söylemek zorunda kalmıştır.

Peki bu süreç neyi anlatıyor?
TEKEL işçilerin büyük bir çoğunluğu 4C ye geçme kararlarından ellerine ulaşan mektup ile haberdar oldular. Yani TEKEL işçileri bu süreçte son derece pasif bırakılarak bundan sonraki eylemlerin durdurulması kararı alınmıştır. Yani mücadele ederken, ön saflarda yer alan TEKEL işçileri, karar mekanizmalarında en arka sıralara atılmıştır. Bu arada işçilerin mücadelerinde hep beraber olan sol örgütler bu karar mekanizmalarında artık düşman, provakör olarak adlandırılmıştır. Yani Sendika Bürokrasisi, bu karar mekanizmasında Mustafa Türkel ve onun çevresinde oluşturulmuş sendika bürokratları yer almıştır.

Türk-İş içerisinde TEKEL mücadelesinde TEKGIDA-İŞ diğer sendikalara karşı daha aktif görümlü ve daha mücadeleci bir rol üstlenmiştir. Bu daha çok iki nedenden dolayıdır. TEKEL işçilerin sendikal haklarını kaybetmesi TEKGIDA-İŞ'in önemli oranda üye kaybına yol açması anlamına geleceği ve aynı zamanda TEKEL işçilerin radikalleşmesi sırasında, bunların önünde pratik olarak engel durumuna düşen Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu'nun yaşadığı tepkinin aynısının kendilerinin yaşanmasından duyulan endişedir. Yani radikalleşen işçilerin önünde durmanın kolay olmadığıdır. İşte tam da bu radikalleşmenin en doruk noktasına ulaştığı dönemde, işçilerin kendi karar mekanizmalarını kurmasının mümkün olduğu ve bir sonraki adım için en uygun güç dengelerinin oluştuğu an olarak tarihe geçmiştir. Karar mekanizmaların işçilerin eline geçmesi, bu dönemdeki işçilerin aktif katılımı olmadan alınan kararların veya işçilere sendika tarafından kapatılan kapıların önüne geçmek demekti. TEKGIDA-İŞ eylemin başlangıçında ve sonunda uyguladığı referandum yeni bir karar mekanizması idi ve doğru değerlendirilip kullanılamadı. “Genel grev!” sloganlarinin arasında önemi ve işlevi kayboldu.
Taban iradesi bu yöntem üzerinden örgütlenebilir ve tüm emek güçlerinin katılımları da sağlanılabilinirdi.

Sol bu dönemde ciddi olarak neyi savundu? Genel grevi. Halbuki genel grevi 4 Şubat'da TEKEL işçileri gerçekleştirmişti. TEKEL işçilerin mücadelesi, 4C ye karşı mücadeleden, Genel Greve oradan da iktidarın alınmasına gidecek düz bir yol asla olmamıştır. Genel Grev sloganı, ki özünde doğru olan bu slogan, solun reformist örgütlerinin elinde tamamen gerçeki olmayan bir slogana dönüşmüştü. Genel Grevin radikalliğine sığınmak, işçi sınıfı içindeki mücadelede doğru tavır alınıldığı anlamına gelmiyor.
Genel Grevin hazırlanması için gerekli en önemli adım hep atlanılmıştır. İşçi sınıfının diğer kesimlerinin ve bunların mücadele eden kesimlerinin harekete geçirilmesi atılması gereken adımlar. Yani ortak komitelerin kurulması. Mevcut sendikaların önemli bir kesminin TEKEL mücadelesine soğuk davranışı bu tür ortak komitelerinin kurulması ile ancak aşılabilinirdi. İşçilerin önemli bir kesminin konjektürel olarak ağır bir kriz döneminde geçerken kaybedilen haklara karşı, ortak mücadelenin gerçekleşmesi için ortak komitlerin kurulması gerektiği zorunluğudur.
Somut olarak işçi sınıfının birliği, salt TEKEL işçileri ile olamazdı. İşçi sınıfının çeşitli kesimlerinin bir araya gelerek, mücadelenin rotasının karar verilmesi ve burada daha güçlü bir çizginin ortaya çıkması anlamına gelirdi. İşçi sınıfının çeşitli kollarının ortak komiteleri kurulması için neredeyse hiçbir girişimide bulunmadı. Buradaki nedenlerden biri de, Türkiye'deki bir çok sol grupların işçi sınıfı içerisinde örgütlü olmamasından kaynaklanıyor. İşçi sınıfı içerisinde az da olsa örgütlü olan örgütler ise, TEKEL mücadelesi ile kendi örgütlü oldukları iş kollarındaki mücadeleyi birleştiremediler. Yani, madencilerin, tersane işçilerin ölüm haberleri, kot ve deri işçilerinin hastalık haberlerinin ve Marmaray'dan Çimene kadar geniş bir ağda işçilerin grev ve eylemlerinin yüksek olduğu bir dönemde solun pasifliği manidardır. 1 Mayıs Taksimin tarihsel bir rakama ulaşması bu mücadelerin ve gerçekliğinin sonucudur. Sol TEKEL üzerinden bir emek cephesi açamadı. Sol TEKEL'in yarattığı dalgalanmada yukarıda bahsedilen dar perspektiflerle hareket ederken, kaybolmuş itibar ve gücünü kısmi olarak tazelemek ile sınırlı kalabildi. Aynı süreçte başlayan sendikal bürokrasisinin sarsıntısı, 1 mayıs sürecinde devam ettirilemedi. Dar hesaplar ve DİSK in göşteriş sevdası nedeniyle 26 Mayıs sürecinde Türk-İş üst yönetiminin açık gerici ve devletci sendika bürokratları ile yenilenmesi sürecine dönüştü. Yani Türk-İş yöneticileri TEKEL sürecinde sallandılar ama dökülenler olmadı. Şu anda Türk Metal ve diğerleri ile yenilenmiş daha katı bir bürokrasi iş başındadır. Sendikalar içerisinde devrimci bir muhalefetin oluşturulaması önemli bir sorun teşkil etmektedir.

Tekel özelleştirme politikları karşısında sol ve sendikaların siyasal tutum ve teşhir ötesine geçemeyen, doğru taleplerle birleştirilemeyen süreci ile de tescillenmiş oldu. Tekel özelleştirmelerinin kurbanı ise kürt bölgesidir.
Çalışır durumda olan ve 300.000 tütün üreticisinden tütün alıp işleyebilecek durumda olan Diyarbakır, Batman, Adıyaman, Bitlis depo ve fabrikaları işçilerin denetiminde devletleştirilebilinirdi, hem bu şekilde işçilerin sermaye konusunda ve diğer altyapı konusundaki eksiklikleri gidirebilir hem de üretim üzerinde tek söz hakkı işçilerin olabilirdi. Bunun tarihsel örnekleri Latin Amerika'da yaşanılıyor. Buna en aktüel örnek ise Arjantin'deki Zanon keramik fabrikasıdır. Bu yol ile özellikle yüzbinlerce kürt köylüsünün mağduriyetini ve ekonomik çöküşü engellenilebilirdi. “Özelleştirmeyip, işçilerin demokratikleştirilmesinin” örneklerinden biri olarak da belki Latin Amerik'daki örnekleri Türkiye’ye de sıçrayabilirdi.


Solun küçük bir kısmı komitelerin kurulması için girişimlerde bulunmuştur. Ama onların da eksik bıraktığı nokta ise, işçi sınıfının çeşitli örgütlerinin ortak mücadele etmesi için, TEKEL mücadelesine destek veren örgütlerin bir araya gelmesi zorunluluğuydu. Burada her örgüt kendi ideolojik çizgisinin doğruluğuna inanarak, işçi sınıfının reformistlerinden,merkeziyetci ve devrimci örgütlere kadar uzanan geniş bir çizgide, tüm örgütlerin bir araya gelmesi için girişimlerinin olmamasıdır. Bir kısmın CHP'yi, diğer bir kısmın BDP'yi, diğer bir kısmın ulusalcı olmayanları, bir başka bir kesmin ise tamamen tek başına hareket ettiği bir ortak eylem cizgisinin doruğa oluştuğu bir mücadele oldu TEKEL mücadelesi.
İşçi sınıfının birliğini, kendi partilerinin bir şekilde işçi sınıfı içersinde tek güç haline dönüşmesi durumuyla birebir tutulduğu içindir ki, ortak çalışmalardan daha çok, işçi sınıfı içersinde kimin ne kadar daha çok işçi kazandığı bir çalışmaya dönüştüğü anlarda olmuştur. Tabiki TEKEL mücadelesinin önemli bir sürecine girildiği bu dönemde, partiye 'kazanılmış' TEKEL işçilerin nerede olduğu sorusu ise cevapsız kalmaktadır.

TEKEL mücadelesinin, tekrar kabarmasının şartları hazır bulunmaktadır. Anayasa mahkemesinin olumsuz karar vermesinden sonra, TEKGIDA-İŞ in dediği gibi bir mücadelenin tekrar başlatılması söz konusu olabilir. Bu ama yasal süreci beklerken, bir çok işçinin artık kendi örgütlü gücünden daha çok kemalist devlet aygıtının AKP’ye karşı olan tavrından beklenen bir umutla sonlacağı için bir çok umutsuzluk ve 4C ye tümüyle kabul ile bitebilir ve mücadelenin önünde engel olur. Diğer bir ihtimal ise işçilerin kendi inisiyatfileri ile başlatacağı bir eylem süreci olabilir. Bunların yanısıra UPS işçilerin ve diğer işçilerin devam eden mücadeleri de vardır. Yani işçi sınıfının önümüzdeki süreçte işçi mücadeleriyle tanışması devam edecektir. Bu süreç zorunlu olarak, ya işçi sınıfının bağımsız ve kendi çıkarlarını savunan devrimci marksist bir işçi partisinin çıkmasına gidecek yolu açacaktır ya da işçi sınıfının mücadelerinin reformist ve küçük burjuva önderlikler elinde hüsran ile bitmesi ile sonuçlanacaktır.


Suphi Toprak

6 Haziran 2010 Pazar

''Özgürlük konvoyundaki'' katliamdan sonra

İsrail-Filistin uyuşmazlığına devrimci çözüm!

31 mayısın erken saatlerinde, İsrail deniz kuvvetleri komandoları Gazze’ye yardım taşımakta olan “özgürlük gemisi”ni basarak 9 aktivisti katletti. İçinde 37 ülkeden 663 aktivistin bulunduğu, on bin ton insani yardım malzemesi (yemek, sağlık malzemeleri ve yapı malzemeler) taşıyan gemi İsrail’in 64 kilometre uzağında, uluslar arası sularda bulunmaktaydı.
1.5 milyon ile dünyanın en yoğun nüfuslu bölgelerinden olan Gazze Şeridi, 2007 Haziranından beri İsrail ablukası altında. Gazze’deki İsrail işgalinden sonra 1400 Filistinli katledilmiş ve abluka altına alınan bölgeye ev yapı malzemeleri ve yaralılara ilk yardım malzemesi girişi imkansız hale getirilmiştir. Birleşik aktivistler birçok defa ablukayı kırmak için deniz yolunu kullanmaya çalışmıştır.

Bu durum tek başına olan bir istisna değildi: Aynı gün Amerikalı bir eylemci Kalandiya'daki bir eylemde İsrail'li askerlerin göz yaşartıcı bombanın yüzüne atılması sonucu sol gözünü kaybetti. Yabancılara yapılan saldırılar İşgal edilmiş bölgelerdeki Filistinlerin öldürümesinden daha çok medyanın gündemine geliyor – Ama Filistinlikere her gün kurşunlanıyor.

Protestolar


BM'nin dünya güvenlik konseyinde ABD nin veto hakkı var. Buradaki açıklamada ''İnsan yaşamının kaybedilmesi üzücü'' denilmesi, kimin burada sorumluğu olmadığını söylerek geçiştiriliyor. Batılı basın gemilerdeki gönüllülerin bu ölümlerden kendilerin sorumlu olduğunu iddia ediyorlar. Çünkü sopa ve demir çubuklarla saldıraya karşı kendilerini savundukları için.
Buna rağmen tüm dünyada bu askeri saldırı protesto edildi, hem emperyalist ülkelerde hem de yarı sömürge müslüman ülkelerde. Yunanistan'da hükümetin kemer sıkma kararlarına karşı sokalardaki eylemler yapan halk, militan protesto eylemlere sahne oldu. Ama en dramatik protesto eylemleri Türkiye'de oldu, öldürülen eylemcilerin Türkiye kökenli olmasından dolayı. Binlerce öfkeli protestocu İsrail'in Ankara ve İstanbul'daki konsoloslukların önünde eylemler gerçekleştirdi.
Bu saldırı İsrail ile Türkiye'nin ilişkilerine zarar verdi. Türkiye bir NATO üyesi ve İsrail'in bu bölgedeki en yakın diplomatik ve askeri ilişkileri olduğu dostu. Ama Türkiye hakim sınıfları içindeki devam eden mücadele ( islami tabanlı AKP hükümeti ile geleneksel laik Türk ordusu arasındaki) Başbakan Erdoğan'ın Filistin yanlısı bir tutum almasını kolaylaştırdı. 2008 yıllındaki Gaza'ya yapılan israil saldırısını açıktan Türkiye kınadı. Ama Türkiye İsrail arasındaki askeri ortaklık devam etti ve buna dahil olarak silah ticareti ve ortak askeri operasyonlarda bundan şimdiye kadar etkilenmedi.

Türkiye Kuzey Akdeniz bölgesinde ve Ortadoğu'da belirleyici güç olmak için çaba sarf ediyor ve ABD´nin tam himayesinde ( ve İsrail'in desteğinde) olmayan bir dış politika gütmeye çalışmaktadır. Bunun yerine müslüman ülkelere ve diğer güçlü yarı sömürge ülkelere yönelmektedir. Buna güncel bir örnek, İran'la yapılan Türkiye ve Brezilya'nın da imzaladığı nükleer anlaşmalardır. İran'ın başka ABD uygulamalarından koruyacak bir girişim olarakta değerlendirilebilir.
Buna rağmen Filistin halkının haklarını savunması ikiyüzlüdür. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundna bu yanı kürt halkını ve diğer azınlıkları ezmektedir. Yaklaşık 14 milyon ( nufusun neredeyse %20 si) Kürdün Türkiye'de en temel hakları verilmemektedir ve onların politik partileri düzenli olarak baskı altında tutulmaktadır. Doğu anadolu'daki kürt köyleri ve şehirleri askeri bir işgal altındadır. Buradaki durum Batı Ürdün'deki Filistin topraklarından asla daha farklı değildir.

İsrail hükümetinin savunucuları diyorlar ki, bu katliamlara yapılan her türlü eleştiri anti semitizmdir. Evet, İsranin koloni projesi ve onunla oluşan şiddet ve atmosfer anti semitizmin yayılmasına yol açıyor. Özelikle müslüman dünyasının sağcı güçleri bu durumdan son derece memnunlar, israil'in şiddetini ve ''yahudilerin komplolarını' eleştirerek, kendi halklarını ezmelerini ve rüşvetci rejimlerinin gündemlerini değiştirebiliyorlar.
Yalnız bu tür suçlamalar, İsrail'de de binlerce insanın aynı şekide bu saldırıyı protesto ettiğini göz ardı etmektedir. ( Yüzüne gaz bombası atılan amerikalı eylemci aynı zamanda yahudi idi)

Perspektifler

Bu katliam bir kez daha gösteriyor ki, barış süreci –kapitalist sınıflar arasında Orta Doğu’daki barışın sağlanabilmesi için girişim denemesi– bir çıkmaz yoldur. 1993 Oslo barış anlaşmalarından sonra Filistinli kitleler, İsrail yerleşim yerlerinin işgal topraklarında yayılmasından sonra sefalete doğru sürüklendi. Bu bağlamda; İsrail ve Filistin’deki işçiler fazlasıyla milliyetçilik zehiri ile zehirlendi.
Sözde barış sürecinde, işsizlik oranı yükselir iken, El-Fetih partisinin önderliği zenginleşmiştir. Onlar, İsrail ile olan işlemleri ve anlaşmaları yaparken ve bu sırada İsrail tüm sorunlardan sorumlu kılarken, sağcı Hamas, El-Fetih liderliğindeki büyük bir yükselmeye yol açarken mutluydular. Aynı zamanda İsrail politikası her zamankinden daha fazla sağcı partiler tarafından hakimiyet altına alınmıştı.
Bu kısır döngüden kurtulmanın tek yolu, İsrail ve Filistin’deki devrimci solun savunduğu, geçmişte çok popüler olan perspektiftir. Siyonist devlet, Yahudilerin çoğunlukta olmasını muhafaza eden ve bu arada Filistin nüfusunu hariç tutan bir sisteme dayanır: 5 milyon Filistinli mültecinin bölgede (velilerinin ve dedelerinin sürüldüğü) yaşamasına izin verilmezken, İsrail’in Arap vatandaşları temel haklara sahip değillerdi. Bu devlet; genel demokratik, laik bir toplum ve bölgedeki bütün insanların eşit haklara sahip olabilmesi için, devrim yoluyla devrilmeli. Bu, İsrail’in işgal ettiği yerleşim bölgeleri, filistinli mülteciler ve her şeyden önce büyük sosyal eşitsizlik konularını gidermek amacıyla tek yoldur.

Bu bölgede sadece işçi sınıfı böyle bir programı uygulayabilir. İşçiler – Filistin kenar mahalelerinde yoksul kitleler, İsrail’deki işçi sınıfı ve tüm dünyadan yüzbinlerce göçmen işçi- gerici önderliği bırakmalı ve devrimci, sosyalist bir perspektif kazanılmalıdır.

Olanaklar

Biz, Filistin özgürlük mücadelesini koşulsuz kabul etmeliyiz, ama aynı zamanda Filistinlilerin gerici önderliğine karşı (ister Fetih ya da Hamas olsun) amansız bir mücadele vermeliyiz. Bu önderlikler gericiden fazlasıdır. Onların bu mücadeleyi kazanabilmek için bir perspektifi yoktur, çünkü onlar ya emperyalistlerin enternasyonal toplumuna, ya da bölgedeki sağcı müslüman rejime güveniyorlar, kıyaslanamayacak kadar iyi silahlı İsrail ordusu ile umutsuz askeri çatışmalar eşliğinde.
Gereken şey, sadece Filistinli kitlelerin haricinde, enternasyonal işçi sıfını da seferber edebilecek bir stratejidir. Bu durum, İsrail devletinin silah teminini engelleyerek ( geçmişte Yunan liman işçilerinin yaptığı gibi) ve İsrailli işçileri sömürüye karşı genel mücadeleye dahil ederek mümkün olabilir.
Bizler dünya çapında gösteriler düzenlemeliyiz ama aynı zamanda devrimci-marksist pozisyon ile küçük burjuva pasifistleriyle ya da dini akımlar arasında keskin bir çizgi çizmeliyiz.MHP ve NPD gibi faşist güçler bu gösterilerin dışında tutulmalıdır.

İsrail devletinin cinayetlerini protesto edin !
Gazze Şeridine uygulanan abluka kırılsın!
Filistin için işçi dayanışması! Silahların tedariği durdurulsun!
Orta Doğu’da devrimci sosyalist bir hareket için !

RIO, 5. Juni 2010

22 Mayıs 2010 Cumartesi

26 Mayıs'da TEKEL işçileriyle dayanışma ve madenci ölümlerine karşı Genel Greve

TEKEL işçilerinin mücadelesinde başından beri mücadelenin önünde engel olan Türk İŞ başkanı Mustafa Kumlu'nun 1 Mayıs'da Taksim meydanından kovulmasından sonra, Türk İş Türkiye çapındaki eylem gününden geri çekildiğini belirtti.

Şimdi ise 26 Mayıs'daki katılımın daha öncesine göre, daha dar bir eylem günü olarak geçileceği kesin. Sendika bürokrasisinin kontrolü dışında gördüğü bu tür gelişmelerin ön belirtileri bir çok sefer TEKEL mücadelesinde ortaya çıkmıştır. TEKEL mücadelesi geldiği nokta itibariyle artık kapalı kapılar ardındaki ikili görüşmelerle çözülecek durumdan çıkmıştır. Kumlu ve arkadaşları TEKEL mücadelesinin önündeki bir engele dönüşmektedir ve TEKEL işçilerin basıncına karşı Kumlu ve arkadaşları artık açıktan karşı durabilmektedir ve ikna durumu da artık yoktur.

Bu durumda ne yapılması gereklidir? TEKEL mücadelesinin dinamiklerini oluşturan işçiler ve onların sendikal temsilcileri mevcut güçleri ile beklentileri karşılayamazlar. O yüzden TEKEL işçilerinin güçlerini dinamize etmek gerekmektedir! Bunun için TEKEL mücadelesinin talepleriyle gündemdeki diğer işçilerin mücadeleri birleştirmelidir.

Tüm ülkeyi 32 tane madencinin hayatını kaybetmesinin acısı sarmış durumdadır. Ve herkes biliyorki bir iki hafta sonra bu olay unutulacaktır. 2002 den bu yana 544 maden işçisi hayatını kaybetmiştir. Değişen bir şey olmadığı gibi, taşeronlu çalışma sistemiyle durumları daha da kötüleşmiş, başbakan madencilerin ölümünü kaderleri diye açıklamıştı.

Bir yandan TEKEL mücadelesi başta olmak üzere Tar-iş, Kent-İŞ, Marmaray, İtfayiye işçileri, Çemen tekstil işçilerinin mücadeleleri önemli bir ivme kazanmıştır. Diğer bir taraftan ise maden ve tersane işçileri iş cinayetleri, kotlama işçileri ise hastalık sonuçlarında hayatlarını kaybetmektedir. Bu mücadeleri tek bir TEKEL mücadelesiyle sınırlamak, TEKEL işçilerinin kaybetmesini istemek anlamına gelmektedir. TEKEL işçilerinin mücadesinin yükseltilmesi yukarıda sayılan iş mücadelerini başta olmak üzere işçi sınıfının ortak bir noktada buluşturabilmek olmalıdır. Çeşitli vesilerle işçiler arasında karşılıklı ziyaretler olmuş ama bunları şimdi bir ilerki noktaya taşıma zamanıdır.

Onun için 26 Mayıs'daki eylem günü acilen Maden işçilerini anma gününe de dönüştürülmelidir. Hali hazırda mücadele yürüten işçileri bu mücadeleye organik bir parça olarak çekmek gerekmektedir. Planlamaya bu işçi temsilcileri de katılmalıdır. Ortak komiteler kurulması artık kaçınılmazdır. 1 Mayıs Taksim’in vermiş olduğu moralin 26 Mayısa taşınması durumunda, işçi sınıfı önümüzdeki sürece daha toparlanmış halde girecektir. Türk İş içerisinde mücadeleye karşı açıktan tavır alan Kumlu ve yönetimi görevden en kısa sürede uzaklaştırılmalıdır. İşçilerin Türk İş yönetimine karşı olan tavrı, TEKEL işçilerinin mücadelesinin gereklerine göre şekilenmeldir.

26 Mayıs'da TEKEL işçileriyla dayanışma ve madenci ölümlerine karşı Genel Greve
Ülke çapında ve yerelde işçi komiteleri kurulmalıdır
4/C nin kaldırılması
Özelleştirilmesinin durdurulması ve TEKEL başta olmak üzere özelleştirilen tüm kurumların işçi kontrolünde kamulaştırılması gerekmektedir.

Suphi Toprak (Devrimci Enternasyonal Örgüt)
21.05.2010

Yunan hayaleti

Yunan işçileri ile dayanışmaya !

Yunanistan’da, 5 Mayıs tarihinde 3 milyondan fazla işçi, yaptıkları genel grev ile ülkeyi ‘felç edecek’ hale getirdi. Plan; Okulların, büroların, dükkanların ve havalimanlarının kapatılmasıydı. Sadece Atina’da 200.000’den fazla kişi, sosyal demokrat hükümetin aldığı mali tedbirlere karşı protesto gösterisi yaptı. Aynı gün Yunan parlementosu kemer sıkma paketini yürürlüğe soktu. Buna göre : 2 Ay önce arttırılan KDV oranı yeniden arttırılarak %23 oranına getirildi. Devlet sektöründe çalışanların ve emeklilerin maaşlarına zam yapılmayacak ve devlet sektöründe 2 maaş ikramiyesi kaldırılacak. Bu kemer sıkma paketinin asıl amacı; Yunanistan’ın 110 milyar euroluk yardımı alabilmesidir.

Burjuva basını, Yunan halkından ‘ülkeyi kurtarabilmek’ için, bu sancılı dönemde alınan kararları anlayışla karşılamasını vurguluyor. Gerçekte ise, Yunan halkı bu kurtarma paketinden yararlanamayacaktır. Yunan devletinin 300 milyar dolar borcu vardır ve bunun büyük bir bölümü yabancı kamu bankalarına (örneğin; 70 milyar € Fransız bankasına, 40 milyar € Alman bankasına). Eger Yunanistan borçlarını ödemekte gecikirse, kendi devletleri tarafından ‘bankaları kurtarma’ paketi tarafından kurtarılan bankalar, büyük zararlar görecektir. Bu kurtarma paketinden gelecek olan para, borçları geri ödeyebilmek için AB’nin emperyal ülkelerine akacaktır. Aslında bu AB’deki büyük güçlerin bankaları kurtarabilmek için planladığı bir yöntem.

Yunan halkının uyguladığı sürekli direniş yatırımcıları korkuttuğu gibi, ayrıca dünya borsalarında dalgalanmalara neden oluyor. Kapitalistler, Portekiz, İspanya, İtalya ve İrlanda’daki sosyal ve ekonomik durumun daha iyi olmadığını açıklıyorlar. Avrupa kıtasındaki bütün işçilerin mali tedbirleri reddedeceği korkusu, Avrupa’da dolaşan bir ‘Yunan hayaleti’ dir.

Bu şiarın sebebi, bitmek tükenmek bilmeyen ‘ tembel Yunanlar’, ‘olanakları dışında yaşamış olan kişiler’ ve ‘ kendi finansal sorunlarından bihaber’ gibi propagandalara karşıdır. Avrupa’daki işçiler bu propagandayı reddetmelidir ve Yunanistan’dan bir örnek almalıdır. Bizler, kapitalistlerin krizleri için ödeme yapmamızı sağlayacak her türlü denemede bulunanlarla mücadele etmeliyiz. Bu yönde atılacak olan ilk adım, Yunanistan’daki grev hakkında dayanışma eylemleri düzenlemek olmalıdır.

5 Mayıs’taki protesto, bir bankadaki yangında hayatını kaybeden 3 işçinin trajik ölümlerinin gölgesinde gerçekleştirildi. Bu kundakçılığın kim tarafından düzenlendiği bilinmeyen bir durumdur. Bu anarşistler tarafından gerçekleştirilmiş olabilir ama aynı zamanda da faşistler ya da devletin provakatörleri de bu ihtimal dahilindedir. Eğer anarşistler ise, yangından sonra ortaya çıkan bu sekil izole ‘militan’ eylemler kapitalizme karşı işçi sınıfının mücadelesini ileriye taşımaz, çünkü devrimcileri işçi sınıfından soyutlatır. Bunun yanısıra biz kapitalistlerin mülkiyetlerini yıkmak yerine, devralmak istiyoruz.

Bu ölümlerin politik sorumluluğunun kime ait oldugu konusu ise açıktır; Bu işçilerin hayatlarını mahveden hükümetten kaynaklanıyor, gösterilerde şiddet ortamını yaratan ve saldırılarda bulunan polislerden kaynaklanıyor. En önemlisi ise, işçilerin grevlere katılmasını engelleyen, gösterilerin güzergahı üzerinde, yangın koruması olmadan banka binasını kilitleyen banka sahiplerinden kaynaklanıyor bu durum. ( Bakınız : “Ein Angestellter der angezündeten Bank spricht über die tragischen Todesfälle”.)

Yunanistan’da işçilerin direnişi devam edecektir. Sendika liderleri şu sıralar militan ağız kullanıyorlar ama onlar hükümetin sosyal demokrat partisi PASOK’a bağlı durumdalar. Bundan dolayı, onların ‘vatanın çıkarları’ ve işçi sınıfının çıkarlarına karşı kapitülasyon adı verdiğimiz anlaşma bilinmezdir.

Sadece tutarlı bir devrimci politika tedbir paketine karşı ciddi bir tepki verebilir. Buna göre : Yunanların yabancı bankalara olan borçları silinmelidir. Bankalar kamulaştırılmalı ve işçilerin kontrolü altında olmalıdır. Spekülasyon ve sermaye kaçışı, dış ticarette bir tekel tarafından durdurulmalıdır. Yunanistan’ın inanılmaz yüksek askeri harcalamaları bir son bulmalı ve milisler tarafından değiştirilmelidir. Bu önlemlerin uygulanması için, işçi örgütleri Yunan ve uluslararası kapitalist sınıftan bağımsız bir işçilerden oluşan bir hükümet kurmalı.

Sadece devrimci bir işçi örgütü protestoları temel değişim yönünde sürdürebilir. Yunanistan’daki çok sayıda büyük radikal sol kuvvetleri bunun için mücadele edecektir ve bizler de onlarla dayanışma içerisinde olmaya çalışacağız. Ayrıca, yakında bununla ilgili troçkist bir örgüt olan OKDE ile yapılacak olan röportajı yayınlacağız.

  • Yunan hayaleti Avrupa’yı sarsın!
  • Yunanistan’daki genel grevi ve direnişi dayanışma eylemleri ile destekleyelim!
  • İşten çıkartmaya karşıyız, maaşların azaltılmasına karşıyız. Kapitalistler kendi krizlerinin bedelini kendileri ödemek zorundadırlar!
  • Borçların ödenmesi dondurulmalıdır. Kamulaştırılan bankalar işçilerin kontrolü altına alınmalıdır!
  • Sosyalist bir Avrupa için!

RIO, 15. Mai 2010 ( Türkçe çeviri : Rojhat Baran )


2 Mayıs 2010 Pazar

Sosyal Şoven TKP

TKP’nin yayın organı Komünist’in 260 sayısında ‘‘Günümüz koşullarında Talât Paşa'yı anlamak’’ Tevfik Cavdar’ imzalı makaleyi okuyanlar, TKP’nin Şovenizmini anlıyabilir. Ermeni halkına karşı yapılan jenositin T.C. tarafından inkar edildiği, Ermeni katliamın varlığını savunanlara karşı topluca linç denemelerin gerçekleştiği bir ortamda, Tevfik ÇAVDAR tek derdi, Talat Paşayı bizlere ‘‘doğru göstermek’’. Tevfik Cavdar yazısına bir soru ile başlıyor, ‘‘Talât Paşa'yı nasıl bilirsiniz? Bu sorunun en net cevabı Talât Paşa'da kim ne görmek istiyorsa onu gördüğüdür.’’ Ve Talat Paşaya karşı politikaların sorumlusuda hemen bulundu: ‘‘Talât Paşa ya da tehcir bunca yıl sonra niye bu kadar gündeme gelmektedir? Yanıt emperyalizmin politikalarında aranmalıdır.’’ TKP sosyal Şovenizmene hemen de bir kılıf bulmuştur. Ermeni sorunu, nasılsa unutulmuş gitmişti. Durup dururken başımıza bunu ancak Emperyalistler çıkartmış olabilirler. Ne de olsa Bu katliamı gündeme getirmek gibi bir devrimci görevi TKP kendinde görmemekte, bu konudaki devrimci girişimlerden rahatsız olmakta olduğunu ise ifade etmekten geri kalmayan bir şovenist partidir. Lenin ise şunu demektedir ‘‘ Üçüncü Enternasyonale katılmak isteyen her parti, sadece açık sosyal yurtseverlik değil, fakat sosyal pasifizmin sahtelik ve ikiyüzlüğünü de teşhir etmekle yükümlüdür.’’ ( Lenin, 3. Enternasyonale katılma Koşulları, 6. madde.)

Talat Paşayı bize tanıtmaya başlıyor şovenist TKP; ‘‘Bir kere Osmanlı İmparatorluğun'da sıradan bir vatandaş, posta memurluğundan nazırlığa, sonradan Sadrazamlığa yükselen mütevazılığı ile ün salmış bir devlet adamıdır. Osmanlı'nın ilk ve son sivil yaşamdan gelmiş başbakanıdır. Vezirlik rütbesini (Paşalık sanı oradan gelir) ancak 1917'de Sadrazam olduğu zaman alabildi; böylece İttihat ve Terakki'nin Reisi Umumisi Talât Bey, paşalığa terfi etti.’’ TKP, halkımızı bayat kemalist kitaplarla aydınlatmaya çalıştığı için, Milli Eğitim Bakanlığından kutlama alacağından şüphem yoktur. Epeyce de meziyetleri sayılmış burada. TKP tabi ki Talat Paşanın partisi olmakta övünebilir. Bizim böyle bir derdimiz yoktur.

TKP Talat Paşa konusunda bizi uyarıyor, diyor ki: ‘‘Talât Bey'i suçlayanlar tek olay olarak Ermeni tehcirini gündeme getirirler. Tehcir, Ermeni çetelerinin doğudaki (Rus) cephenin arkasında, sürekli olarak askerimizi taciz etmesi, Çarlık ordularına açık bir biçimde yardım etmesi nedeniyle alınmış bir karardır’’ TKP’de kendine göre haklı, Talat Paşanın meziyetlerini sıralamak varken, tuturmuşlar devrimciler Ermeni Katliamı diye. Burada ki bazı deyimlere iyice bakalım bir. Ermeni çeteleri, TKP’nin askerlerini taciz etmiştir. TKP kendisini Osmanlı devleti yerine koyup, askerlerini de bizim demeden utanmamaktadır. TKP’ye sormalı, Askerler onlarınsa, Askerlerin işgal ettikleri ve öldürdükleri kişilerin sorumluluğu da TKP’ye ait mi? TKP’ye parti amblemi olarak Osmanlı bayrağını ne zaman kullanmak istiyor? Ermeniler sanki durup dururken, Ruslarla ortak olup, TKP askerlerine (düne kadar Osmanlı askerleri olarak biliyorduk biz onları) saldırmış gibi bir yorum var burada. Ermeni halkına karşı gerçekleştirilen katliamlardan ya da Ermeni halkının kendi geleceğini tayin etme hakkından en ufak bir cümle bile yok. Pantürkizm ve jöntürklerin Osmanlı içersindeki rollerinden ve katliamdaki sorumluklarına değinmekten bilerek kaçınılmış.

TKP dur durak bilmeden şovenist tavır almaktan geri durmuyor ‘‘Zaten 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Amerikan, Fransız, İngiliz vb. emperyalist ülkeler doğu ve güneydoğu Anadolu misyoner kolejleri açarak Ermeni ayrılıkçı hareketini desteklemiş ve yükseltmişlerdi. İddia edilen ölümler, bu tehcir sırasında, göçen kafilelere saldıran Türk ve Kürt çeteleri tarafından meydana gelmiş. Ayrıca ağır yolculuk koşulları telefatın artmasına neden olmuştur. Tehcir kararı Talat Paşa'nın dahiliye nazırlığı sırasında alınmıştır. Bu kararı eleştirenler, Milli Mücadele sırasında Anadolu Rumlarının İonya adına, nasıl silahlanıp savaşa katıldığına tanık oldular. Nitekim Lozan Antlaşması gereğince yapılan ünlü mübadele olayının nedeni budur; bir yerde mübadele işlemi de bir çeşit tehcirdir. İlave etmeğe hacet yoktur. Tehcir nedeniyle kırılan Ermeniler bilinçli bir soykırım isteğiyle kırılmamışlardır. Savaş gereği alınan bir tedbirdir bu. Osmanlıların Rumeli'den çekiliş süresince, özellikle Balkan Savaşı sırasında yüz binlerce insanın İstanbul'a, Anadolu'ya kaçarken kırılması gibi...’’ Osmanlının bir halklar hapishanesi olduğundan tek bir noktada bile değinilmemiş. Rumların, Ermenilerin, daha önce balkan halklarının ve Arapların isyanlarını tek bir Emperyalizme bağlamak siyasi aptalıktır. Osmanlı da azınlıkların durumuna bir bakalım; “örneğin, ibadetlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar. … çan çalmaları, yeni kilise yapmaları yasaktı. Kilise tamiri için ise devletten izin almak zorundaydılar. Ayrıca ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslümanla karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı. Elbiselerinin ve ayakkabılarının rengi, kumaşlarının kalitesi değişik olmak zorundaydı. … 16. yüzyılda bir fermanla, yakalı kaftan, kıymetli kumaştan özellikle ipekli elbise, ince tülbent, kürk ve sarık taşımaları yasaklanmıştı. Ayrıca … hangi renk elbise giyecekleri de bildiriliyordu. Örneğin, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi. Evlerini de değişik renge boyamak zorundaydılar. Hamamlarda takunya giymeleri yasaktı, peştamallarına çıngırak takmaları gerekiyordu. … Müslümanların evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı. … Evlerin, Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları da yasaktı. … tüm bu yasaklara uymayanlar para ve hapis cezasına, hatta sert bir padişaha denk gelirlerse ölüm cezasına dahi çarptırılırlardı.” (Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, s.55-6) TKP Osmanlının bir halklar hapisanesi olduğunu red etmekte. İsyan eden halkların kandırılmış olduğunu iddaa etmektedir. Kurulan Kürt Hamidiye Alaylarının, Ermeni halkına yönelik çete saldırılarının, çöllerde yokedilmesinin sorumlusunun Osmanlının Politikası olduğu ima bile edilmiyor yazıda. Talat Paşa’nın iyi bir örgütcü ve başarılı bir siyaset adamı olduğundan bahsetmekten vazgeçmiyor. Yazarın Talat Paşanın yakın akrabası olması ihtimalini de göz önünde alarak, TKP’nin Talat Paşaya bu ilgisi, açıkca milliyetci, şovenist tutumunun özetidir.

Yazıda ilginç bir noktada şu: Emperyalistler Ermenilere destek vererek çökertmek için elinden geleni yaparken ( Yukarıda da gördümüz gibi) , diger tarafdan da Osmanlıyı güçlendiriyormuş. ‘‘Bu yasa ile günümüzün il genel ve özel idareleri kurulmuştur. Gerçi bu yasa bir anlamda "Düveli Muazzama" denilen emperyalist ülkelerin baskısı üzerine yaşama geçirilmişse de, gene de Türkiye'nin demokratik gelişmesi yönünden önemli bir adımdır.’’

Kendilerini Sosyalizme yamamaya çalışmaları yetmezmiş gibi bir de Talat Paşaya ilaki bir yerden, Sosyalizme ilaki bağlayacaklar. ‘‘Talât Paşa, Sovyet Devrimi'ni sevinçle karşılamış, Brest-Litovsk Barış Antlaşması'yla doğu sınırlarımızı 1878 öncesine getirmiş; Kars, Ardahan ve Ağrı yeniden sınırlarımız içersinde kalmıştır.’’ Alman Kayzeride Sovyet devrimine ilk başta sevinmişti. TKP Alman Kayzeri hakkında ne düşünüyor?

Ermeni katliamının siyasi sorumlusu, Osmanlıdır. Emperyalizmin toprak paylaşımı esnasında, Osmanlının bir halklar hapishanesi olduğunu göz önüne alarak politika yapmasında emperyalist politika açısından bir cıkmaz teşkil etmemektedir. Emperyalizmin buradaki çatışmaları körüklediği bir gerçekse, bu körüklenmeye neden olan sebebler de birer gerçekcilik teşkil etmektedir. Sorun, ulusların bir arada yaşabilecekleri bir siyasi birliğin kurulmamasıdır. T.C.’de bir halklar hapishanesidir. Bu durum böyle olduğu sürece, isyanlar hep olacaktır. Cözüm halkların kardeşliğinden geçer, bu kardeşlik halkların haklarını tanımaktan geçer. TKP bu sorunların cözümünü Ermeni jenozidini inkar ederek ve ulusların kendi gelecegini tayin hakkından (UKKTH) vazgeçmede arıyor. Marksist İnisiyatif ise, jenozidin tanınması ve mağdurlarının haklarının iade edilmesini ve ukgth’nın tanınması için mücadele veriyor.

‘‘Komünistler, ayrıca, vatan ve miliyeti kaldırmayı istemekle şuçlanıyorlar. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız.’’( Marks. Engels) TKP ise kendi çizgisini yurtsever solda belirlemiştir. Bu politik çizgi, ancak belirli bir kitleye cazip gelir. Bu kitlenin parti içindeki temsilcileri bu tabana oynamak için eline geçen fırsatları kullanır. Onun içindir ki, Tevfik Cavdar’ın yazısı parti çizgisinin tutarlı bir devamıdır. TKP ile beraber bir cok ulusal sol güç Kemalizmin kuyrukçuluğundan prim yapmaya çalışıyor. Bu girişimler ancak Kemalizmi güçlendirmekten başka bir şey değildir. Devrimci marksistlerin görevi şovenizmin her türlüsüne karşı mücadele etmektir.


Suphi Toprak


Not : Bu makale, belli bir süre önce yazılmış olup, son çıkan olaylar neticesinde TKP’nin nasıl bir zihniyet taşıdığını yeniden gündeme getirmek açısından, bu blogda yayınlanma kararı alınmıştır.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Gemeinsam gegen die Privatisierungspolitik – international!

Solidarität mit den kämpfenden TEKEL-ArbeiterInnen in der Türkei!

Die Auseinandersetzung:

Seit über 4 Monaten kämpfen die ArbeiterInnen des bisher staatlichen türkischen Tabakkonzern “TEKEL” gegen den Verkauf an den British American Tabacco Konzern (BAT) und damit gegen die Privatisierung ihres Betriebes seitens der türkischen Regierung. Rund 10.000 ArbeiterInnen wurden Ende Dez. 2009 entlassen. Ein Teil der Belegschaft sollte dann zu Hartz IV-ähnlichen Billiglohnbedingungen (dem sog. 4-C Status) vorübergehend wieder eingestellt werden. Dagegen wehrten und wehren sich die TEKEL-KollegInnen.

Mit einem 6-wöchigen Protestcamp in der Innenstadt von Ankara, landesweiten Aktionstagen mit Generalstreikcharakter, Großdemonstrationen und Unterstützung internationaler Gewerkschafts- delegationen ist es ihnen gelungen, ihre endgültige Verabschiedung in die Arbeitslosigkeit in der Schwebe zu halten. Weitere Erfolge waren, dass ihr Kampf die zersplitterte türkische Gewerkschaftsbewegung bzw. deren Führungen zu gemeinsamen Solidaritätsaktionen zwang und dass nationalistische Spaltungen in der TEKEL-Belegschaft (vor dem Hintergrund des türkisch-kurdischen Konflikts) in den Aktionen tendenziell überwunden werden konnten. Das alles führte zu den größten gewerkschaftlichen Massenmobilisierungen in den letzten 10 Jahren!

Der internationale Zusammenhang:

Die Türkei will seit langem in die Europäische Union aufgenommen werden. Die EU und insbesondere die verschiedenen deutschen Regierungen verzögern die Verhandlungen und diktieren der türkischen Regierung immer neue Bedingungen auf. Eine dieser Bedingungen ist, dass die türkische Wirtschaft - seit Kemal Atatürks Zeiten zum größten Teil in staatlicher und/oder militärischer Hand - sich dem privaten (internationalen) Kapital öffnen bzw. in großen Schritten privatisiert werden soll!

Genau das ist mit dem ehemals staatlichen Tabakmonopolisten TEKEL geschehen, indem er weit unter Wert an den BAT verschleudert wurde. Dies hatte zur Folge, dass sich BAT den gesamten ehemaligen Markt von TEKEL, der weit in die arabischen Nachbarstaaten der Türkei hineinreichte, unter den Nagel gerissen hat. Noch gar nicht in Rechnung gestellt ist, dass mit der Übernahme von TEKEL durch den BAT-Konzern zehntausenden kleinen türkischen Tabakbauern mit einem Schlag ihre Lebensgrundlage entzogen wurde.

Der ganze Vorgang ist nur eines der Beispiele wie die türkische Regierung Privatisierungspolitik im Sinne der EU betreibt. Dies stellt ein klassisches Beispiel des Ausverkaufs einheimischer Industrie an imperialistische Großkonzerne dar!

Was hat denn das alles mit uns zu tun?

1. die deutsche Regierung übt als “special-cooperation-partner” großen Druck auf die türkische Regierung aus, mit dem Ausverkauf und der Privatisierungspolitik weiter zu machen!

2. die Bundesregierung treibt auch hier bei uns die Privatisierungspolitik voran (Renten, öffentlicher Verkehr, Gesundheitsvorsorge usw.).

Der Kampf der TEKEL-ArbeiterInnen ist ein glänzendes Beispiel dafür, dass Privatisierung im Rahmen der neoliberalen Umgestaltung der Wirtschaft nicht akzeptiert werden muss. Ihr Mut und ihre Ausdauer sollten für uns, Kolleginnen und Kollegen der deutschen Gewerkschaftsbewegung, ein Ansporn sein!

Der Kampf der TEKEL-KollegInnen ist ein Beispiel dafür, sich nicht nur mit Resolutionen und allenfalls symbolischen Aktionen einzelner Gewerkschaften oder Gewerkschaftsgliederungen gegen Privatisierung zu "wehren", sondern endlich die ganze Kraft aller Gewerkschaften ins Feld zu führen.

Aktuell steht an, den endgültigen Ausstieg der Unternehmen aus der paritätisch finanzierten Krankenversicherung (Kopfpauschale!) notfalls mit dem Mittel des politischen Streiks - bis hin zum Generalstreik - zu verhindern!

In diesem Sinne zum 1. Mai 2010:

Hoch die internationale Solidarität!

Solidarität mit den kämpfenden TEKEL-ArbeiterInnen!

//Münchner Solidaritätskomitee mit den streikenden TEKEL-ArbeiterInnen